Bu Blogda Ara

2 Kasım 2019 Cumartesi

Ağaç Kültü

Türk Kültürü ve Şamanizm’de Ağaç Kültü ile ilgili görsel sonucu"

Ağaç Kültü

Eski çağlardan bu yana insanlığın doğa ile kurmuş olduğu mitsel ilişki günümüzde de halen gücünü korumaktadır. Sembollerle örülü bu birikim, özellikle kozmogoni mitleri (evren doğum) açısından, ağaç kültlerinde kendini bulmuştur. Hayat ağacı ise insanlığın en eski inançlarındandır. İlk izlerine M.Ö. 3000 ve sonrasında Aşağı Mezopotamya’da rastlanır. Sümer, Babil, Hurri, Hitit, Geç Hitit, Asur, Frig, Mitanni ve Urartu gibi pek çok kültürde yaşamıştır. Ağaç daima varlığı ve yaratılışı anlatmıştır. O; ölümsüzlüğü, hayatı, çoğalmayı, bereketi ve evreni simgelemektedir.
Sümer mitolojisi, hayat ağacı motifinin en erken ortaya çıktığı anlatılardandır. Sümer mitolojisinin önemli kahramanlarından Ethana, çocuk sahibi olmak için bu bitkiyi aramaya koyulur ve başarılı olur. Fakat başarısının sonucunu göremeden yüksekten düşerek ölür. Bilinen en yaygın Sümer mitosu olan Gılgamış Destanı’nda ise arkadaşı Enkidu’nun ölümüyle yıkılan Gılgamış, sonsuz yaşamın sırrını bulmak için uzun ve zorlu bir yolculuğa koyulur, sonunda da başarılı olur. Utnapistim’den yerini öğrendiği ölümsüzlük bitkisini aramaya çıkar ve onu bulur. O sırada bir yılan gelir ve bitkiyi oradan çalar. Gılgamış yılanın gençleştiğini görür. Bu mitosta hayat ağacı yerine bitki kullanılmıştır.
Ağaç, Hititlerde tamamen kutsaldır ve Hitit metinlerinde ona “eya” denmektedir. Hitit sanatında çokça rastlanan bu motiften “yapraklarını dökmez” diye bahsedilmektedir. Çok yaşayan, daima yeşil ve yapraklarını dökmeyen bir ağaçtır.
Hayat ağacının en yoğun kullanıldığı uygarlık ise Asur uygarlığıdır. Asurların ölmezliğe olan inancı hayat ağacını ulusal tanrı haline getirir. Ağaç Asur sanatında, saray duvarlarında bir bezeme unsuru olarak kullanılmıştır. Onu kral mühründe ya da kabartmalarda ise kült olarak görmekteyiz. Asur belgelerinde İştar’dan “Hayat Ağacı Tanrıçası” olarak bahsedilmekte ve aynı zamanda bu ağaç Asur ülkesini ve kralını temsil etmektedir.
M.Ö. 8. ve 7. yüzyılda Urartu sanatındaki veriler, saray-tapınak eklentilerinin iç odaları, duvar resimleri ve çeşitli eşyalar üzerine tasvir edilen hayat ağacı motifleri bu inançlara örnek oluşturur niteliktedir.
Urartu uygarlığının kuruluşundan yıkımına dek çeşitli biçimlerde kendini gösteren hayat ağacı, hem bir bezeme unsuru olmuş hem de kendisine yapılan kült törenlerini yansıtan bir dizi motif olarak yaşamıştır.
Bu gizemli sahneler, tanrısal bir hayat yenilenmesini ve varlığın ölümden sonra yeniden süreceğine olan inanç geleneğini yansıttığından, saray sanatının sosyal işlevine koşut olarak Urartu Krallığının ölümsüzlüğünü simgelemektedir.” [1]
İnsanlık tarihi, insanın ağaçlarla kurduğu ilişkinin canlılığı ve zenginliği ile doludur. Eski kabile insanları ve yabanıllar ağaçların ruhları olduğuna inanırlardı. Ari kökünden gelen bütün büyük Avrupa aileleri ağaca taparlardı. Keltler arasında meşe ağacına tapma, Almanların koruları kutsal sayması, Slavların ise meşeyi kutsal sayması ve Litvanyalıların 14. yüzyılın sonlarında Hıristiyanlığa geçene kadar ağaçlara tapmaları iyi bilinen geleneklerdi.
“Yabanıllar için dünya genellikle canlıdır, ağaçlar da bu kuralın dışında değildir. Onların da kendileri gibi ruhları olduğuna inanılır ve öyle davranılır onlara. Örneğin, Doğu Afrika’da Wanikalar her ağacın, özellikle de her hindistancevizi ağacının bir ruhu olduğunu hayal eder. Bir hindistancevizi ağacının yok edilmesine ana katilliği gözüyle bakılır. Çünkü ana, nasıl çocuğuna hayat ve besin verirse, o ağaç da aynı şeyi yapar insanlara. Siyamlı keşişler, her yerde ruhlar olduğuna ve herhangi bir şeyi yok etmenin onu zorla ruhundan etmek olduğuna inanarak, ‘suçsuz bir kimsenin kolunu nasıl kırmazlarsa’ bir ağacın dalını da kesmezler.” [2]
Birçok eski inanışta kesilen ağaçtan özür dilenir. Çünkü ağaç canlı ve ruh taşıyan bir varlık olarak kabul edilir. Bazı büyücü hekimler kesilen ağaçların ağlamalarını işittiklerini anlatırlar. Avustralya’nın bazı bölgelerinde yaşlı köylüler ağaçların canlı olduğunu, özel bir neden olmaksızın kesilemeyeceğini söylemişlerdir. Sumatra’da (Endonezya) bir ağaç kesilir kesilmez yerine genç bir ağaç dikilir ve verilen rahatsızlıktan ötürü fidana para ve yemiş hibe edilirdi. Chedooba adasında da büyük bir ağaç devrilirken ormancılar düşen ağacın köküne yeni bir filiz yerleştirirlerdi. Alman ormancılar ise aynı şekilde, kestikleri ağaç devrilirken kesilen gövdenin üzerine haç işareti yaparlardı, böylece ağacın ruhunun, kökü üzerinde yaşamaya devam edeceğine inanılırdı.
“Moluk Adaları’nda karanfil ağaçları çiçekteyken, onlara gebe kadın davranışı gösterilir. Yakınlarında gürültü yapılmaz, geceleyin yanlarından ışıkla ya da ateşle geçilmez, hiç kimse başında şapkayla onlara yaklaşmaz, başında ne varsa çıkarmak zorundadır. Bu önlemler, ağaçlar korkmasın veya meyve tutmazlık etmesin diye alınır, yoksa gebeliği sırasında bir şeyden korkmuş bir kadın gibi çok geçmeden meyvesini döker. Cavalılar, pirinç ürünü çiçekteyken, onun gebe olduğunu söyler ve tarlanın yakınında gürültü yapmazlar (tabanca atmazlar vb.). Böyle bir şey yaparlarsa ürünün sırf saman olacağından, et tutmayacağından korkarlar. Orissa’da da yetişmekte olan pirinç, gebe bir kadın olarak kabul edilir ve ona aynen dişilere uygulanan törenler uygulanır.” [3]
Bazen de ağaçlara can verenin ölülerin ruhları olduğuna inanılırdı, Güney Avusturalya’da Dieyerie Kabilesi atalarının biçim değiştirmiş halleri olduklarına inandıkları ağaçları kesmedikleri gibi, kesilmelerine de karşı çıkarlardı. Filipinler’de ataların ruhlarının belli ağaçlarda olduğuna inanılır ve Plew Adaları’nda bir ağaç kesilirken, ağacın ruhuna orayı terk etmesi ve başka bir ağaca girmesi için yalvarılırdı. Hindistan Assam’da Miriler, ellerinde henüz ekilmemiş topraklar olduğu için yeni toprak açmak istemezler; ağaçları gereksiz yere gücendirmekten ürkerlerdi.
Türk Kültürü ve Şamanizm’de Ağaç Kültü
Türk mitolojisi ve Şamanizm’de ağaç kültü neredeyse her zaman kozmogonik bir zeminde bulunur. Şaman olacak kişi sırra-erme hastalığı sürecinde rüyalarında kozmik bir dağa tırmanır. Bu dağa yalnızca şamanlar veya kahramanlar tırmanabilir. Evren ağacı (kozmik ağaç), orta-dağ simgeselliğinin bir tamamlayıcısıdır. Daha doğrusu iki simge evrenin ekseni ya da direği kavramının daha geliştirilmiş mitsel ifadesidir.
“Potansiyel olarak ağaç kadar zengin bir nesnenin karmaşık varlığı karşısında bunun tanrısallaştırılmasının, dünyanın ekseni ve hayatın kaynağı şeklinde belirtilen iki temel temsilden kaynaklanıp kaynaklanmadığına karar veremiyorum. Ağacın her zaman ve her yerde tanrısallaştırılmış olması olanaklıdır. Ancak bazen kendisine derin saygı ve sevgi gösterildiği, bazen de kendisine tapıldığını bildiren bilgiler; İslamiyet’i kabul ettikten sonra da Türklerin ağaçlara ettikleri dualar; Kaşgarlının aşağıdaki ifadesinde yer alır: “Türkler Tengri ismini, büyük bir ağaç gibi göze büyük görünen her şeye veriyorlar; bu tanrılaşmanın sıkça ve Altay dünyasının birçok yerinde meydana geldiğini kanıtlamak içindir.” [4]
Kozmik ağaç şamanlık mesleğinin temel öğesidir. Şaman, davulunu onun odunundan yapmıştır. Ritüelik olarak kayın ağacına (kozmik ağaç) tırmanırken, gerçekte ona tırmanmaktadır. Evren ağacı kozmik canlılığın tükenmez kaynağını temsil eder. Bu yüzden her kültürde çokça işlenmiş, biçim değiştirmiş, geliştirilmiş ve çeşitlendirilmiştir. Evren ağacı sırra erme, yaratılış, verimlilik kavramları ve mutlak gerçeklikle beraber son aşamada hayat ve ölümsüzlük ağacı olmuştur. Birçok ek mitin katkısıyla ve tamamlayıcı simgelerle (kadın, kaynak, süt, hayvanlar, yemişler vb.) zenginleşmiş ve her zaman hayatın, canlılığın, hazinesi olmuş, yazgıların hâkimi şeklinde anlam bulmuştur.
Eski Türklerde (Göktürk ve Uygurlar) Ötüken Ormanları mukaddes sayılmaktaydı. Orman kültü ilkel toplulukların, avcılık ve ormancılıkla geçindikleri dönemin hatırasını barındırmaktaydı. Fakat ziraat yaşamına geçildikçe orman ve insan arasında bir kopuş olmuş ve orman ruhları kötü ruhlar olarak görülmüştü. Fakat İran’da Maku Hanedanlığı’nda yaşayan Karakoyunlu Alevi Türkmenler’de orman kültü büyük bir önemle yaşatılmıştır.
“Maku Hanedanlığı’nın güney doğusunda 26 köyden ibaret bu Karakoyunlulara “Ali İlâhi” denmiş. Köylerinden birinin (sofu köyü) çevresinde mukaddes bir orman vardır. Bu ormanlardaki ağaçlara dokunmak kesin olarak yasaktır. İlkbahar gelince Karakoyunlu kadınları bu ağaçlara çiçekler bağlarlar. Kurban edilen hayvanların kemiklerini bu ormana gömerler. Orman için kesilen hayvanların erkek hayvanlar olmaları şarttır. Orman ayini yapmak için beş gün koyun sütü toplarlar, ayin gününe kadar bu sütleri içmezler. Bu ormana “Karaoğlan” derler.” [5]
Orman kültleri kuzeyli çağdaş avcı ulusların en önemli kültlerindendir. Yakut avcıları dokuz tane öncü orman tanrısı olduğuna inanırlardı. Bu ruhların en büyüğü Bayanay’dır. Bayanay aynı zamanda ormanın ruhsal heyetinin de adıdır. O, avcıları korur, onlara bereket getirir ve yardımcı olur. Son dönemlere kadar halen avcılıkla geçinen, Sibirya halklarından Şor Türkleri orman ruhlarına çok önem verirler. Şor avcılarının inanışlarına göre bu ruhlar temiz ve dürüst bir avcı isterler. Avcıların aileleri de böyle olmalıdır. Av günü cinsi bir münasebette bulunulmamalıdır.
“Avcılar dönünceye kadar obada oyun, şakalaşma, eğlence yasaktır, çünkü orman ruhları böyle şeylerden hoşlanmazlar, dinlenmeyi severler. Hele müstehcen hikâyeler pek hoşlarına gider. Bunun içindir ki avcılar yanlarında bir usta hikâyeci bulundururlar. Bu hikâyeci avdan avcılar kadar hisse alır. Herhalde bu hikâyeci orman ruhlarıyla iyi geçinmeyi sağlayan kam’dır (şaman rolünü ifa etmektedir). Orman ruhlarına her avcı kurban sunabilir, kam’ın aracılığına ihtiyaç yoktur. Buna bakılırsa orman kültünün çok iptidai bir devrin, kamların daha bulunmadığı çağın kalıntısı olduğuna hükmetmek icap ederdi.”[6]
Orman ruhlarının bütün bir heyet olarak kült sayılmasının yanı sıra, bazı ağaçlar da kutsanmıştır. Bunların başında kayın ağacı gelir. Doğu Türkistan’ın Müslüman kamları, hastaları tedavi ederken yanlarında kayın bulundurur. Kam davullarında güneş, ay, yıldız, şimşek resimleriyle beraber kayın ağacı resmi de bulunur. Kayın ağacı koruyucu ve merhametli olan ana tanrı Umay’la beraber Ülgen tarafından yere indirilmiştir. Altay dualarında daima “baykayın” zikrolunur. Evliya Çelebi Kuzey Kafkasya’ya yaptığı yolculukta buranın kutsal ağaçları altında yüzlerce balmumu ve mum yakıp her gece ritüeller ve tapınmaların olduğunu, ayrıca ağaca demir çakıldığını ve bu alameti yapanların öteki dünyada ağacın şefaatine mazhar olacağına inanıldığını nakletmiştir.
“Evliya Çelebi, âdeti olduğu veçhile, bu ağacı çok mübalağalı bir şekilde tasvir etmektedir. “Âdemi kavmi” dediği kavmin Kuzey Kafkasya kavimlerinden hangisi olduğunu da tayin etmek güçtür. Bununla beraber, bu ağaç efsanesinin orada bulunan Nogay ve Dağıstan Müslümanlarına da yabancı olmadığını anlatan kaydına da rastlıyoruz. Evliya Çelebi’ye Nogayların anlattıklarına göre bu ağaç İskender’e Cebrail vasıtasıyla Tanrı’dan gönderilen Tuba ağacının dalından bitmiştir. Bu dal bu yere Hızır eliyle dikilmiştir. Bundan dolayıdır ki Nogaylar bu ağaca tapıyorlarmış. Evliya Çelebi bunlara “Allah size bu ağaca tapınız dedi mi,” diye sormuş, onlar da “Biz bunu bilmiyoruz ama babalarımızdan böyle gördük, böyle yaparız,” demişler. Yine de bir yerde “Nogay Tatarları ve Dağıstan Müslümanları bu ağacın içine kıble mihrap etmişlerdir” diyor ki herhalde yukarıda bahsettiği “Âdemi kavmi” Şamanizm geleneklerinden ayrılamayan Nogay ve Kaytak gibi uluslar olsa gerek.” [7]   
Türklerin söylencelerinde ağaç, Türk boylarının kökeni ve oluşumunu bildirmek açısından da önemli bir yer oluşturur. Uygur efsanelerinde Uygur hakanlarının ağaçtan türedikleri anlatıldığı gibi, Dede Korkut kitabında adı geçen “Basat” isimli kahraman, atasının kaba bir ağaç olduğunu belirtir. Oğuz destanlarında da Kıpçak boyunun oluşumu hakkındaki rivayette, Oğuz Han’ın seferden dönerken savaşta ölen bir askerinin eşinin ağaç kovuğunda bir oğlan doğurduğu rivayet edilir. Bunun üzerine Oğuz Han çocuğu evlat edinir ve adını Kıpçak (ağaç kovuğu) koyar.
Altay Tatarları her şeyin merkezi olarak yeryüzü göbeğinin üzerindeki devasa bir çamdan bahsederler. Tepesinde Gök Tanrı Bay Ülgen oturur. Yakutlar ise yeryüzünün merkezinden göğe yükselen bir ağacı anlatırlar. Ağaç, köklerinden hayat alıyordur ve bu köklerden ebedi bir dalga fışkırıyordur.
Yukarıda da değinildiği gibi kayın ağacı Türklerin mitsel geçmişlerinin önde gelen simgelerindendir. Son dönemlerde yapılan araştırmalar, bir nesnenin nasıl olup da bir kültürün içinde yer edinebildiğine dair önemli ipuçlarını barındırmaktadır. Günümüzde yapılan tespitlerde, özellikle Rusya Federasyonu’na bağlı Kemerovo Oblast’ında, Mıshi ilçesinin Çavuşka kasabası başta olmak üzere; Taştagöl ve Dağlık Altay bölgesinde kayın ağacının, tarihsel ve güncel olarak sosyo-kültürel bağlamlarında şu amaçlarla kullanıldığı tespit edilmiştir:
Kayın ağacının kabuğu bir bütün olarak çıkarılıp soyulabilir ve bu nedenle ısıtılıp kurutulduğunda çadırların iskelet kaplamalarında erken dönemde kullanılmıştır. Bu çadırlar Sibirya’da 20. yy.’ın başına kadar varlığını sürdürmüştür. Kabuk sağlam liflerden oluştuğu için ısıtılıp suda dövüldüğünde ilkel kumaş sağlayabilecek materyallere dönüşmekte, örgü, çanta ve sepet yapımında kullanılmaktadır. Kayın ağacının dalları ısıtıldığında çadır direği olarak kullanılmış, ayrıca ok ve yay yapımında kullanıldığı gibi balık oltası olarak da değerlendirilmiştir. Bu ağacın külü ve talaşı geleneksel pek çok ilâcın yapımında kullanıldığı gibi el ve ayak kesiklerinde de tedavi edici olmuştur.
Kayın ağacının öz suyu veya sütü kutsal sayılmıştır. Bunun için, aslında kadın ağacı diye anılan bu bitki anaerkil toplumda, özellikle bitki ve ağaç kökleri ile yaşamın devam ettirildiği toplayıcılık döneminde derin bir yer edinmiştir. Kendisine bir kadın gibi akça pakça olması nedeniyle “akçakavak” da denmiştir. İşte Türk mitolojisinde köken miti olarak bu derece yerleşik olan kayının kutsanmasının maddi ve kültürel nedenleri bu sebeplerde aranmaktadır.
“Batı ve Doğu Sibirya’da adeta bir okyanus gibi uzayan uçsuz bucaksız, kayın ormanlarında yiyecek hiçbir şey bulamayıp aç kaldığınızda, kapısını esin bir taşla “çal”arak, belki de böylece “korkut”arak, “süne”sini/ sütünü istediğiniz kayın ananız, sizi esirgeyerek, açlıktan ölmenizin önüne geçecek, hemen her daim hazır kolayca ulaşılan en yaygın kaynaktır. Kayın ağacının özsuyu, tüketimi ve üretimi bu bölgede batı kökenli gazlı içecekler yayılıncaya kadar hâkim konumdayken, günümüzde de daha çok mide hastalıkları başta olmak üzere geleneksel halk ilâcı kimliğine yakın bir şekilde ikincil bir konumda üretilip tüketilmektedir.” [8]
Günümüzde Türkiye’de yaşayan Anadolu Alevi kollarından Tahtacıların yaşam kültüründe, doğayla olan iç içelik bu kültürün neredeyse tümünü oluşturur. Tahtacıların tarihi, kıyım ve acılarla doludur. Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde çok yoğun saldırı ve katliama maruz kalmışlar, fakat hiçbir zaman aynı yöntemlerle karşılık vermemişlerdir. Bu tutum onların içlerinde yetiştikleri engin sevgi kültüründen kaynaklanmaktadır. Sıkıntılar Tahtacıların doğaya daha çok sarılmalarına sebep olmuştur.
“Çocukların hıllangacıl (salıncak) ağaçlarda sallanırken onların rızıkları için halleşip kestikleri ağaçları senit ve oklava ile ekmeğe dönüştürmüş, çorbalarını onun kaşıklarıyla, hayatın kaynağından akan serin suları mis kokulu çam ağaçlarından yaptıkları “çotura”larla yudumlamışlardır. Yorgun bedenlerini pamuk bulamayıp har (defne) yapraklarıyla doldurdukları minderlerini her dertlerini çeken, enerji veren tahta divanlara serip dinlenmişlerdir.
• Kızların çeyizini koyacakları işlemeli sandıkları,
• Toprağın şifrelerini çözen yaba ve dirgenleri,
• Atların peşinde dünyayı kıskandırırcasına dönen düvenleri,
• Katır ve eşeklerine kuşandıkları semerleri,
• Harman yerinden kehribar başaklı sap çeken kağnıları,
• Bebelerin ninnileri kadar sarmalayan beşikleri,                                                                                                                                     
• Hakk’a yürüyenler canlarını taşıdıkları “sal” ağaçlarını (tabut) yapmış,
• Dikenli ardıçtan oydukları sazları çalıp ceylanlarda semah tutmuşlardır.”[9]
Anadolu’da ağaç kesen, yontan, onu dönüştüren insanlar topluluğuna basitçe “Tahtacı” denmiştir. İnançları ve yaşam biçimleri Şamanizm kaynağından geldiği gibi Alevilik ve İslam’ın insancıl unsurlarını özüne alıp içselleştirerek yaradan ve doğa merkezli bir inanç geliştirmişlerdir.
Tahtacılar çoğunlukla ormanlarda yaşadıkları ve kerestecilikle uğraştıkları için 13. yy.’da “Ağaçeri”, 16. yy.’dan sonra Osmanlı tapu kayıtlarında “Cemaaat-ı Tahtacıyan” ve daha sonra da “Tahtacılar” olarak anıldıkları görülmektedir. Ağaç, orman ve doğa kültü ile Orta Asya’dan getirdikleri inançların etkileri geleneklerinde hâlâ yaşamaktadır. Tahtacıların dilleri öz Türkçe olup kültürlerinin temeli “insan ve doğa” sevgisine dayanmaktadır. Bütün evrenden başlayarak Hz. Ali, Ehl-i Beyt, Atatürk, Hace Bektaş-ı Veli ve Abdal Musa’ya kadar insanlığa hizmet etmiş, yol göstermiş herkese sevgi ve saygı duymuşlardır. Okumaya, öğrenmeye, bilim ve sanata aşinadırlar.

Kaynakça:
– Abdulkadir İnan, Tarihte ve Bugün Şamanizm (Materyaller ve Araştırmalar)
– Jean Paul Roux, Türklerin Ve Moğolların Eski Dini
– James G. Frazer, Altın Dal (Dinin ve Folklorun Kökleri)
– Dilek Yılmaz, Prehistorik Dönemde Anadolu’da Hayat Ağacı Motifi

Dipnotlar:
[2]  James G. Frazer, Altın Dal (Dinin ve Folklorun Kökleri), s.61.
[3]  James G. Frazer, a.g.k., s. 62-63.
[4]  Jean Paul Roux, Türklerin Ve Moğolların Eski Dini, s. 154.
[5]  Abdulkadir İnan, Tarihte ve Bugün Şamanizm (Materyaller ve Araştırmalar), s. 63-64.
[6]  Abdülkadir İnan, a.g.k, s. 62
[7]  Abdülkadir İnan, a. g. k, s. 65.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bozkurt

  Sivas Cer Atelyesi’nde 1939 - 1953 yılları arasında demiryolu araçlarının sadece bakım ve onarımları yapılır. Kuruluşundan tam 14 yıl sonr...