Bu Blogda Ara

8 Aralık 2019 Pazar

Yağız Yir ya da Iduk Yir















Yağız Yir ya da Iduk Yir

Olasılıkla, ayla ilişkilendirilen Ana Tanrıça, Yağız Yir’e dönüşürken güneşle ilişkilendirilen eril tanrı ile evlendirilir ve süreçte eril tanrı “kut” alınan Gök Tanrı biçimine ya da niteliklerine bürünür; Ana Tanrıça’nın etkinliği ya da niteliği de, geride belirtilen Yer-su’nun (Yir-sub/v) niteliklerinde erir gider.
Artık yer tanrıçası yaratılış söylencelerinde tam yaratıcı değil de var olan erilin hayatını sürdürmede ona eş olan ve çocuklar doğuran yarı yardımcı bir öge olmuştur. Çin yıllıklarınca kaydedilen iki söylence bu savı doğrular niteliktedir. Birinci söylence şöyledir:
“Türkler Hunlar’dan türeyen bir ırktır. Aile adları A-shih-na idi. Hsi-hai, yani batı denizinin kıyılarında dolanan göçerlerdi. Fakat, komşu hükümdarlar tarafından yenildiklerinden aile tümüyle yok edildi. Geriye sadece on yaşlarında küçük bir oğlan kaldı. Askerler, karşılarında küçük bir çocuk görünce onu öldürmeye kıyamadılar; ayaklarını kesip otlarla kaplı bir bataklığa bıraktılar. (Sonra) dişi bir kurt onu etle besledi. Bu oğlan büyüyünce dişi kurtla çiftleşti. Arkasından dişi kurt gebe kaldı. Komşu hükümdar oğlanın hala hayatta olduğunu öğrenince onu öldürmek üzere yeniden asker yolladı. Askerler oğlanın yanındaki dişi kurdu öldürmek istediler. Fakat, dişi kurt Kostang (Tufan) bölgesinin kuzeyindeki bir dağa kaçtı. Dağda, uçsuz bucaksız bir mağara vardı. İçinde çevresi yüzlerce Li olan, etrafı dağlarla çevrili bir ova bulunuyordu. Mağaraya sığınan dişi kurt dünyaya on oğlan getirdi. Bunlar ergin yaşa gelince dışarıdan kız aldılar. Hemen de çocukları oldu. A-shih-na bunlardan biridir. Çocuklar ve torunlar birleşerek yavaş yavaş yüzlerce aile oldular. Kuşaklar geçtikten sonra hep birlikte mağaradan dışarıya çıktılar ve Avarlara tabi oldular. Kinchan (Altay) Dağları’nın güneyine yerleştiler ve orada Avarların hesabına demir aletler üretmeye koyuldular. Altay Dağları’ndan biri tolga biçimindeydi. Onların dilinde tolgaya Türk denildiğinden budun adlarını bundan aldılar.”[1].
Tükenmekte olan budunu temsil eden oğlan çocuğunu bir dişi kurdun alıp koruması, budunun ongunu (“totem”) sayılmasına gerekçe olabilir; ancak, oğlanın dişi kurtla çiftleşerek bereketli çayır ve kutsal topraklar (dağ) üzerinde çoğalıyor ve yeni baştan savaşçılık ruhuna kavuşuyor olmasıyla[2], Asya ve Avrupa’nın çeşitli yerlerinde ve özellikle Anadolu’da gün ışığına çıkarılan tüm Ana Tanrıça bezeklerinde tanrıçanın, çoğunlukla bir vahşi hayvanla (aslan) birlikte gösterilmesi, bu hayvanın, sanki onun gücünü simgelerken tanrıçayla bir ikili (dikotomi) oluşturması biçimiyle oldukça benzeşir. Öyleyse, Türklerde de ilk zamanlar böylesi bir hayvanın ya da börünün Ana Tanrıça yanında yer alması ya da onu simgelemesi yadırganmamalıdır. Zaten, Tamgalı Say bezeğinde de benzer hayvanlar olasılıkla ya koruma, ya güç, ya da savlandığı gibi haberci niteliğinde yer alırken tümü birer ikili (dikotomi) oluşturmaktaydı. Şu halde, çok öncelerde yarattığı insan soyundan birini yok olmak üzereyken kurtarmak işlevi dişi kurtla simgelenen böylesi bir yer tanrıçasına yüklenmektedir.
Öteki söylence de benzer temayı işler:
“Türk ulusunun kurucusu Hun ülkesinin kuzeyinde bulunan So (Tabgaç/To-pa-Hsien-pi) bölgesindedir. Bu göçerlerin başkanlarının adı A-Pang-Pu’dur. On yedi kardeşi vardı. Birine İ-tchi-ni-schi-tu denirdi. Dişi kurttan doğmaydı. Pang-Pu ile öteki kardeşleri doğuştan aptal olduklarından, illeri başkaları tarafından çabucak yıkıldı. İ-tchi-ni-schi-tu’nun olağanüstü yetenekleri vardı, yel yeldirir, yağmur yağdırırdı. İki kadınla evlendi. Birine yaz ruhunun kızı denilir. Bu dünyaya dört oğlan getirdi. İlki ak kuğu oluverdi. İkincisi ilini A-Pu ile Kien ırmakları arasında kurdu. Onlara Ki-ku (Kırgız) derler. Üçüncüsü, Tschu-tche (Yenisey) kıyılarına yerleşti. Dördüncüsü ise, T’sien-sse-tsch’u-schi Dağı’nı seçti. Bu dört oğlanın ağabeyiydi. O dağda A-Pang-Pu’larla aynı ırktan göçerler yaşar, şiddetli kışlara göğüs gererlerdi. Ağabey ateş yakıp onları öyle ısıttı ki, kalımları sağlanmış oldu. (Onlar da) ona tabi olup adını Türk koydular. Asıl adı No-tu-lu-Şad’dır. Kendine on kadın aldı. Bütün oğlanlar soyadlarını ana tarafından aldılar. A-shih-na, odalıkların birinin oğludur. No-tu-lu-Şad’ın ölümünden sonra, on anadan doğan çocuklar aralarında bir başkan seçmek istediler. Ulu bir ağacın altına gelip şöyle söyleştiler : ‘Kim ağaca daha fazla sıçrarsa, o başkanımız olsun!’ En genç olan A-shih-na’nın oğlu ağaca öbürlerinden daha fazla sıçradığından, onu başkan seçip A-hien-şad lakabını taktılar.”[3].
Türklerde, buyuran zümresinin A-shih-na soyu esasına bağlı kandaş (oğuş) olması[4], her iki söylencede de vurgulanmaktadır. “Ayağı kesik” bezeği bağlamında olasılıkla bağıran, ağlayan, haykıran ve çığlık atanoğlan çocuğunu bir dişi kurdun koruması altına alması, beslemesi ve onu cinsel anlamda (eki) yapması buyuranı ana yollu kurda bağlamaktadır. İkinci söylencede, anası kurt olan İ-tchi-ni-schi-tu’nun Yaz Ruhunun Kızı’ndan (yağız yir sub) doğma oğlu No-tu-lu-Şad’ın soyadlarını ana tarafından alan oğullarından birinin anasının A-shih-na adlı bir odalık oluşu ilgiyi çeker. Bu odalığın olası A-shih-na boyundan tutsak edilen bir kadın olduğu, güçlü bir olasılıktır. Böylece, birinci öyküde dışardan kadın alan oğlanlardan birisisinin A-shis-na olan oğlu buyuran olurken ikinci öyküde, diğer kardeşlerine karşın dişi kurttan doğan akıllı ve güçlü oğul; bu kurt analı oğulun Yaz Ruhunun Kızı’ndan ilk doğan oğlunun on eşinden birisi olan dışarıdan gelme (odalık) A-shis-na’dan doğan oğlu, kardeşlerinin en küçüğü olduğu halde buyuran olmaktadır. Bu durumda buyuran olabilmenin iki koşulu olduğu; bu koşullardan birinin “babaannenin dişi kurt”, diğerinin de dışarıdan gelme A-shis-na bir ana olacağı netleşmektedir. Başka bir söyleyişle, kurt analı oğulların dışardan aldıkları eşlerinden ancak A-shis-na olanın doğurduğu oğlan buyuran olabilmektedir, her dışarılı kadından doğan oğul değil. Şu halde, buyuran kişinin (kağan) eril yollu kandaşlığının dişi kurtla, dişil yollu kandaşlığının da dışardan gelen kadın A-shih-na olarak belirdiği görülmektedir. Burada, yer yer Idık Yir Sub, yer yer Yağız Yir Sub olarak önümüze çıkan yerle ilişkin tanrıçanın dişi kurtla mı yoksa dışardan gelen kadınla mı simgelendiği ya da ikisinin ayrı ayrı tanrıçalar mı oldukları ve hangisinin Gök Tanrı’nın eşi olduğu pek açık değildir; ama birisinin A-shis-na olduğu kesindir. O zaman, hem dişi kurt hem dışardan gelen kadın çelişen, ama aynı zamanda bileşen bir ikili (dikotomi) oluştururlar ve bu da temel ilkeye aykırı düşmez.
Öte yandan bu iki söylence, kurdun (börü) Türklerin ya da A-shih-naların ongunu ya da onların Altın Çağı’nın kurtla başladığını anlatan birer öykü özelliği taşır. Başka Çin ve Türk belgeleri de şu ya da bu biçimde, börünün Kök Türk, Tarduş ve Uygur tarihlerinde önemle yer aldığını gösterir[5]. Asıl amaçtan uzaklaşmamak için börüye ilişkin sözü bu kadarla sınırlı tutmak, ayrıntıları konunun akışına bırakmak yeterli olacaktır.
İki söylence de on sayısı geçmektedir. Birinci söylencede dişi kurttan on oğlan doğar, ikincide ise on anadan doğan çocuklar vardır ve ilginç bir karşıtların birliğidir (dikotomi) bu. Geride değinildiği gibi, gebe kalan kadının ayın onuncu devinimini tamamlaması sonunda doğurmasından dolayı on sayısı hem ananın, hem de Ana Tanrıça’nın simgesidir. Bundan, söylencelerde geçen olayların Ana Tanrıça’nın egemen olduğu Altın Çağ’da geçtiği bir kez daha anlaşılır.
Çince A-shih-na, Grekçe A(rs)i(l)a (İlk Türk kağanı), Soğut-Thohar Aş(a)na (Mavi), Khotan-Saka As(a)na (Değerli-soylu), Rusça A(se)n (Kuman Soyluları), Türkçe A(rs)(l)a(n) (Aslan), Yeniseyce Aşina(ng), (haykırma-ağlama) çıkarsamasının en benzer olduğu Grekçe Arsilas sesinin, Türkçe Aslan demek olasılığının, Türklerin yaşadığı bölgede aslan denilen yırtıcı hayvanın bulunmayışından dolayı pek açık olmadığı, olsa olsa haykıran ve bağıran kıyıma uğramış bir insan kümesi anlamının en doğrusu olacağı[6] savı; göçebe ya da yarı göçebe bir halkın çok uzak diyarlarla da ilişkilere girebileceği, birtakım alış verişlerde bulunabileceği olasılığıyla ya da söylence coğrafyasının ilk belirtilerinin MÖ 7500-5500’e dek giden neolitik temele dek incelendiği ve tüm bilgilerin, en azından Afrika-Avrupa-Asya (Afro-Avrasya) yarım küresinde gelişmiş uygarlıkların temel sanatlarının ya da bezeklerinin, artık saptanmış bulunan Yakındoğu ekseninden yayılmış olduğu sonucuyla[7] ve büyük yılın bir ögesi olan Aslan Burcu’nu kullanan Sümerlerin dilinin de bir Ural-Altay dil grubunda oluşuyla pek uyuşmamaktadır; çünkü insan türünün beşiği bir avuç toprak parçası değil, içinde çeşitli koşulları içeren geniş bir bölgeydi ve tüm aşağı paleolitik boyunca bile, Eski Dünya’nın çok geniş bölgelerine yerleşebilecek duruma gelmişti[8]. Ana (aslan) soylu ya da bu adı taşıyan bir boy pekala İç Asya’ya dek gelmiş ya da buranın ana soylu halklarından bazıları uzak diyarlara giderek oraların yerli halklarıyla kaynaşmış ve hatta aslan kavramının beşiği olabilirlerdi. Sümerler, Hititler ve Aryanların Asya’nın şu ya da bu dağlık bölgelerinden Ortadoğu’ya gelmiş olabilecekleri genel kabul görüyorsa eğer, böyle bir durumda, çok kapalı da olsa, ortada evrensel bir aslan-boğa çekişmesi ya da birlikteliği sırıtıyor gibi görünmektedir.
Oğuz Destanı’nın başka bir değişkesi olan Han-name’de bir yiğidin adı ya da sanı “Aslan” olarak[9] geçmektedir. XI. yüzyılın başlarında Karahanlı Ilığ Han’ın son verdiği Samanlı boyundan Nuh b. Mansur’un oğlu Ebu İbrahim’in kapıcısının (hâcip) adı Aslan Balu’dur. Selçuk’un dört oğlundan İsrafil’in adı, rütbesi olan yagbuluktan sonra aldığı sanla, Aslan Yagbu olmuştur ve o, Türkiye Selçukluları’nın atası sayılır. Karahanlı Nasr b. İliğ’in kardeşi Mansur’un unvanı Aslan; Gazneli Mahmut’un devlet adamlarından olan Tus Valisi’nin adı da Aslan-ı Cazip’tir. Tuğrul Bey’in halife tarafından Bağdat’a çağrıldığında buradaki Türk olan askerlerin komutanının adı da Aslan ul-Besasiri’dir. Çocuğu olmayan Tuğrul Bey’in vasiyetiyle başa geçen kardeşinin oğlu Süleyman’a ardıl (halef) olan kişi, kardeşi Alp-aslan’dır[10] ve bu Alpaslan, Selçuklu Hükümdarı olunca bilinen Malazgirt Savaşı’nı kazanacaktır. Kök Türklerin VIII. yüzyılın ortalarına doğru hükümranlıklarını yitirdikleri göz önüne getirilirse, XI. yüzyıla gelinceye dek Türklerin “aslan” san ya da rütbesini bir biçimde kimliklerine eklemiş olabileceklerini düşünmek de pek akla yakın gelmemektedir. Böylesine bir sanın Samanlı, Karahanlı, Selçuklu ya da Oğuz ve Gazneliler’de kullanılıyor olması bir rastlantı olmamalı. Aslan adı ya da sanının, Türklerde başlardan beri, belki de A-shih-na soylu anlamında Aslan sıfatının kullanıyor olabileceği çıkarsamasına, tüm bunlar destek veren işaretler olabilir.
Türklerde aslanın, çeşitli dönemlerde gücü ve kudreti simgelediği görülmektedir. Bu yüzden sarayları, tahtı, kenti, kaleyi, yapıyı kötülüklerden, düşmandan koruyan bir güç olarak düşünülmüştür. Özellikle Büyük Selçuklu ve İlhanlı dönemi el sanatlarında tahtı koruyan aslan betimi yaygındı. Aslan aynı zamanda arma olarak da işlenmiştir. Sasaniler, Gazneliler ve Selçukluların bayraklarındaki aslan bezeği egemenliği simgelerdi. Anadolu Selçuklu sultanı II. Keyhüsrev’in bastırdığı gümüş sikkelerde ve İncir Han’ın taç kapısında aslan, sultanın arması olarak kullanılmıştı. Aslan bezeği paralarda güneşle birlikte işlenmiştir ve Osmanlılarda bu biçim sikkelere Aslanlı deniyordu. Anadolu Selçuklularında aslan bezeğinin çokça kullanılmasında Şamanlık inancının etkin olduğu ileri sürülmektedir. Kale, saray, kervansaray gibi sivil yapılarda, özellikle Kayseri iç kale, Divriği kalesi ve Çardak Han taç kapısında çok ölçümlü, ancak kabaca işlenmiş aslan yontuları vardır. Diyarbakır dış kale, Urfa iç kale, Kayseri Döner Kümbet ve Karatay Han’da aslan betimleri genellikle çift ve bakışık olarak işlenmiştir. Beylikler döneminden kalma mezar taşlarında, türbelerde ve medreselerde görülen hayat ağacına benzer bir bezekle birlikte işlenen aslan betimleri, aslan ve kaplanın şamana gökyüzü ve yeraltı yolculuğunda yardımcı olduğu inancını yansıtırdı. Benzer bezekler Selçuklu sanatı ve mimarlığının her türünde yaygın olarak kullanılmıştır. Ayrıca, Anadolu Selçuklu mimarisinde aslan-boğa savaşı ya da konumuz olan aslan-boğa çekişmesi en yaygın kullanılan bezekti. Belli ki bu yaklaşımla, Yakındoğu ve Anadolu inancı olan aslanla simgelenen Güneş’in Boğa Burcu’na girmesiyle baharın başladığı inancı anlatılıyordu. Böylece Anadolu Selçuklu biçiminde aslanın zaferi, düşmana üstünlüğü simgelemekteydi. Bezek, maden sanatlarında da yaygın olarak kullanılmıştır[11].
Türklerde, kardeşler arası kargaşalarda sık sık karşımıza çıkan “küçük oğul” bezeğinin ise kan-soy üstünlüğünü vurguladığı apaçıktır.
Börü ögesinin, her ne kadar bir boy ongunu olabileceği[12] savunulsa da söz konusu söylencelerde tanrıçanın börü (kurt) biçimini almış olduğu apaçıktır ya da en azından biçimin bu hali, Ana Tanrıça’nın gücünün bir yansıması olarak değerlendirilebilir.
Gerek Uygurlar ve gerek Kök Türklerle ilgili belgelerde Gök Tengri’nin hep Yağız Yir’in karşısında ya da yanında görüldüğü; T’ojen Irmağı’nda toplanan Kök Türklerin, beşinci ayın ortada kalan on gününde Gök Tengri’ye kurban sundukları; Ötüken’in (You-tou-kin) doğusunda birdenbire dikleşen, üstünde ne otun bittiği ve ne de bir ağacın bulunduğu Po-teng-nin-li Dağı’nın Çince’de Yer (toprak) tanrısı anlamına geldiği bildirilmekte ve buradan olasılıkla diğer Türk boylarının ve özellikle Kök Türklerin “Üstte Tengri bastırmasa, altta Yer delinmese Türk budunu ilini ve töreni kim bozabilirdi” dedikleri Gök Tengri ve Yağız Yir’e, hiçbir ayrım yapmadan tapındıkları[13] anlaşılmaktadır.
Taryat Yazıtında Yağız Yir’in, Uygur budununu doyurup besleyen oluşu, onun bir bereket tanrıçası (Ana Tanrıça) olabileceğini gösterir ve Kök Türkler de bu tanrı(ça)ya ta başlardan beri tapmaktaydılar. Gök Tengri ile birlikte, bazı budunları bile allak bullak ederek onların “yağı” olmasını sağlayan Yağız Yir’in, VIII. yüzyılın ilk yarısında tembelleşmeye (deus otiois) başladığı, bir kenara çekilip işlevini belli yerler, sular, ormanlar dağlar ve hatta atlar halinde tekilleşme eğilimi gösteren ruhlara (ıduq) terk ettiği[14] görülmektedir. Bu da oldukça etkinleşen babaerkiliğin bir sonucu olmalı.
Bereketi temsil eden Yağız Yir, “Üstte Türk Tengri’si ve Türk Iduk Yerleri-Suları böyle örgütlenmiş”; “Iduk Ötüken Ormanı’na budun ardı”; “Akrabalarıma, babama, ıduk atıma, Hayda!” diyen metin parçalarından anlaşılacağı gibi yavaş yavaş gök tanrılar topluluğundan (panteon) çekilmeye; yerini belki de uğurlu olarak nitelendirilmesi daha doğru olan ıduk yerlere ya da şeylere bırakmaya başladığı aşamada artık doyuran(iğiten) niteliği, tengriden kut almış kağanda olacaktır[15].
Her ne biçimde değişime uğrarsa uğrasın Yir Sub doğurganlığını sürdüre duracaktır. Türk destanları, bu savı destekleyen biçimlerle dolar taşar. Örneğin Uygurca Oğuz Destanı’nda:
“….
Oğuz Kağan bir yerde, Tanrı’ya yalvarırken:
Karanlık bastı birden, bir ışık düştü gökten!
Öyle bir ışık indi, parlak aydan, güneşten!
Oğuz Kağan yürüdü yakınına ışığın,
Oturduğunu gördü, ortasında bir kızın!
Bir ben vardı başında, ateş gibi ışığı,
Çok güzel bir kızdı bu, sanki Kutup Yıldızı!
Öyle güzel bir kız ki, gülse gök güle durur!
Kız ağlamak istese, gök de ağlaya durur!
Oğuz kızı görünce, aklı gitti beyninden,
Kıza vuruldu birden, sevdi kızı gönülden,
Kızla gerdeğe girdi, aldı dilediğinden.
….”[16].
Diyen dizeler, Oğuz’un gök döllü ya da soylu bir kızla yaptığı ilk evliliğini anlatır. Işıkla yeryüzüne inen göksel kız, pek açık olmamakla birlikte ya Tamgalı Say örneğinde olduğu gibi güneşle temsil edilen Gök Tanrı ile, ayla temsil edilen Ay Tanrıça’nın (Yir Sub) kutsal evliliğinden doğan kızları ya da Gök Tanrı’nın Yir Sub’u ışığıyla döllemesi sonucu doğan kızları olmalı. Bir başka görüşe göre yer ve göğün dişil olan kutsal ruhu ile erkek unsuru[17], birbirine hem karşıt hem de birbirinin bileşeni olduğundan (dikotomi) Oğuz’un göksel kızla evliliği de bu ikiliği simgelemektedir. Her iki biçimde de Oğuz kutsanır ya da Gök Tanrı’sal kudretle yüklenir ve adeta bir Gök Tanrı oluverir.
Oğuz Kağan’ın ikinci eşinin Yir Sub’un kızı olduğu, şu dizelerde daha da belirginleşir:
“….
Ava gitmişti bir gün, ormanda Oğuz Kağan,
Gölün ortasında bir, tek ağaç uzuyordu,
Ağacın kovuğunda, bir kız oturuyordu.
Gözü gökten daha gök, bu bir Tanrı kızıydı,
Irmak dalgası gibi, saçları dalgalıydı.
Bir inci idi dişi, ağızda hep parlayan,
Kim olsa şöyle derdi, yeryüzünde yaşayan:
‘Ah! Ah! Biz ölüyoruz! Eyvah! Biz ölüyoruz!’
Der bağırır dururdu.
Tıpkı tatlı süt gibi, acı kımız olurdu!
Oğuz kızı görünce, aklı başından gitti,
Nedense yüreğine, kordan bir ateş girdi.
Gönülden sevdi kızı, tutup aldı elinden,
Kızla gerdeğe girdi, aldı dilediğinden.
….”[18].
Orman, dağ, göl ve ağaç Yir Sub’un biçimsel simgeleridir ve kızın, bir ağacın kovuğunda oturması, doğumla çıktığı organı imlerken onu ağacın, öteki deyişle Yir Sub’un kızı yapar. Zaten Oğuz, birinci eşi göksel kızla evlenirken bir biçimde tanrılaşmıştı. Böylece, Gök Tanrı ile Yir Sub’un kutsal evliliğinde (hieros gomes) olduğu gibi Oğuz da kutsal evlilik yapar ya da biçime öykünülür. Gücünü tanrıdan alan hakanların, babaerkilliğin bastırmasıyla birden çok kadınla evlenmesi, biçimin doğasına da uygunluk gösterir.
Uygur Göç Destanı’nda da ağaçtan doğma bezeği görülür:
“…. (Uygurların bu eski yurtlarında) Karakurum adlı bir dağ vardı. Bu dağdan iki nehir çıkardı. Bu nehirlerden birine Selenga ve diğerine de Tola adı verilirdi. Bir gece, bu iki nehir arasındaki bir ağaç üzerine kutsal bir ışık inmişti. Halk bu ağacı görünce, (hemen toplanmış) ve bu ağacı beklemeye başlamıştı. (Bu ışık indikten sonra) ağaçta bir şişkinlik peydah olmuş ve ağacın gövdesi, tıpkı gebe kadınların karnı gibi şişmişti. Gökten ışığın inmesi durmamış ve her akşam devamlı olarak (ağacın üzerine) inmeye başlamıştı. Dokuz ay on gün geçtikten sonra, ağaçtaki bu şişkinlik çatladı ve (ağaçtan) tıpkı dünyadaki insanlar gibi beş çocuk doğdu. Bu çocuklardan en küçüğünün adı Buğu Han idi. …. Uygurlar’ın Kağanı oldu…”[19].
Gökten inen ışıktan ağacın gebe kalması, Gök Tanrı’nın Yir Sub’u döllemesini, dolayısıyla Gök Tanrı ile Yir Sub’un kutsal evliliğini simgeler. Bu destan, Türk inanç biçiminde bir Gök Tanrı ve eşi Yir Sub’un olduğunu, doğan erkek çocuklarının da yönetmek üzere Türklere kağan olarak gönderildiğini en açık biçimde kanıtlarken, şimdiye dek ileri sürdüğümüz savı da doğrular niteliktedir. Ayrıca, Oğuz Kağan Destanı’ında ağaçtan doğan çocuğun dişi olmasına koşut, bu kez doğanın erkek ve buduna kağan olması ilgi çeker.
Öteki, Uygur Türeyiş Destanı’nda ise, Tolga ve Selenga ırmaklarının arasında bulunan ağaçlardan biri Fusuk, öteki Farslıların Najdedikleri ağaca benzer iki ağaçtır:
“…. Bir gün bu iki ağacın arasına gökten bir ışık inmişti. Bunun üzerine, iki yandaki dağlar yavaş yavaş büyümeye başladılar. Bu durumu gören halk ise hayretler içinde kalmıştı. İçlerinde büyük bir saygı duyarak, Uygurlar oraya doğru yaklaştılar. Tam yaklaştıkları bir sırada, kulaklarına çok tatlı ve güzel müzik nağmeleri gelmeye başladı. Her gece buraya bir ışık inmeye ve ışığın etrafında da otuz defa şimşek çakmaya başladı. Diğer bir gün de, aynı yerde, ayrı ayrı kurulmuş beş çadır gördüler. Bunların her birinde birer çocuk oturuyordu. Her çocuğun karşısında da, onları doyurmaya yetecek kadar süt dolu emzikler asılı idi. Çadırların tabanı da baştan başa gümüşle döşenmişti….”[20].
Bu çocuklara sahip çıkan Uygurlara, Bökü adını koydukları beşinci çocuk kağan olur. Burada ağacın çocuk doğurduğu pek açık değildir ama çocukların ağaçla ve dağla ilişkinliği apaçıktır. Belli ki bu çocuklar da Gök Tanrı ile Yir Sub’un çocuklarından başkası değildi ve özellikle içlerinden adı Bökü olan da Uygur budununa, dolayısıyla Türklere başbuğ olarak gönderilmişti. Tüm bunlar, Türk başbuğ ya da hakanlarının Gök Tanrı ile eşi Yir Sub’un soyundan olduğunu imler.
Benzer özellikler taşıyan Ulu Ay Atacı ve Ulu Ay Anacı’nın türeyişleri destanı da aynı temayı işler:
“Karadağ nam dağların içinde bir mağaraya sel kuvvetiyle bir yığın toprak üzerine güneş, ışıklarını Aktun ayından itibaren Hitan ayına kadar gönderir. Bu süre içinde balçık olgunlaşınca, dokuz ay sonra Ulu Ay Ata hayat kazanır. Yine kırk yıl sonra aynı mağarada biriken balçık, güneş ışınlarının tesiri ile olgunlaşarak, Ulu Ay Anacı’nın dünyaya gelmesine, hayat bulmasına sebep olur. Ulu Ay Atacı ile Ulu Ay Anacı evlenerek 120 yıl ömür sürerler. Bunların çocukları Türklerin ilk atalarıdır. Ulu Ay Atacı’nın soyu daha sonra her yıl belli günlerde bu mağara önünde toplanarak atalarının ruhu için ayin yaparlar. Bu ayinin şekli, Gök Türk kağanlarının yılın belli gününde atalar mağarası önünde yaptıkları demir döğme ayinini hatırlatır.”[21].
Bu destanda, göksel olanın döllemesiyle balçığın-yerin-toprağın gebe kalışı en açık biçimde gösterilmiştir. Baştan beri dişi kurdun, ağacın Yir Sub’un ya kendisi, ya bir yardımcısı ya da simgesi olması gerektiğini savlar dururken burada sel gücüyle sürüklenerek bir mağarada toplanmış balçık ya da toprakla karşılaşıyor; böylece insanın ilk atasının göksel olanla yersel olandan oluştuğunu görüyoruz. Yerin doğumunu, kapısı olan mağarada (doğum organı ağzı) yapması da çok ilginçtir. Türklerin ataya saygı ayinlerine yer olan “mağara”ya en iyi ya da en doğru yanıt veren de, bu yerin doğum yeri kapısı (mağara) bezeği olmasıdır.
Toprağın doğurması bezeği Dede Korkut’ta da işlenir. Öykü, Oğuz’un başına bir yağı düşünce obayı terk edip giderken Aruz Koca’nın oğlancığı Basat’ın düşmesi ve onu bulan bir aslanın (A-shis-na-Asena?) beslemesiyle başlar. Oğuz, obasıyla yeniden yurduna döndürüp de yaylaya gitme günü gelince, ondan önce çıkma ayrıcalığı olan Aruz Koca’nın Konur Koca Sarı Çoban’ı, perilerin konduğu Uzunpınar namlı bir pınara gelir; ancak buraya koyunları ürküten, kanat kanada bağlanarak uçan peri kızları yerleşmiştir. İçlerinden birini tutan çoban onunla çiftleşir ya da ırzına geçer. Bu peri kızı çobandan, yılı tamamlanınca yaptığına karşın başlarına bela olacak “emanetini” almasını ister. Zaman geçer, Oğuz gene yaylaya çıkar ve çoban da pınara gelir. Önünde bir yığınağın (tümsak) yattığını, yaldır yaldır yaldırdığını görür. Peri kızı, “Çoban emanetini al. Oğuz’un başına ölüm getirdin” der. Çoban, yaptığı yanlışın sonucunu sapanla taşlayarak yok etmeye çalışsa da tümsek vurdukça büyür. Korkan çoban oradan kaçar. O sırada, Bayındır Han beyleriyle pınara gelir. Öyküde, “Gördüler ki bir ibret nesne yatıyor, başı götü belli değil.” diye tanımlanan nesneyi, atından inen bir yiğit tekmelemeye başlar; ama, teptikçe nesne büyür. Aruz Koca da atından iner. Onun tekmesiyle ibret yığınak yarılır. Öykünün, “…içinden bir oğlan çıktı. Gövdesi adam, tepesinde bir gözü var.” diye betimlediği Tepegöz’ü alan Aruz, onu oğlu Basat’la birlikte büyütmeye karar verir. “Bir dadı geldi, memesini ağzına verdi. Bir sordu, olanca sütünü aldı; iki sordu, kanını aldı; üç sordu, canını aldı. Birkaç dadı getirdiler, öldürdü.”[22] diye sürer gider öykü. Büyüyen Tepegöz, zamanla obaya bela olur ve bir süre sonra da olasılıkla dişi aslanın beslediği Basat tarafından öldürülür.
Oysa toprağın doğurduğu oğlanlar, diğer söylencelerde hep kurtarıcı ya da hakandı. Sütünü emdiği dadıları öldürmesine rağmen hala Tepegöz’ün bakımda kalması, bu beklentiden kaynaklanıyor olmalı. Öykü, gene suyu ve toprağı (Yir Sub) kutsar; ancak, “kara budun”dan birisinin kutsal periyle girdiği ilişkiden kirlenmiş olarak doğan oğlan, bu kez oba ya da boyun kurtarıcısı değil, artık bir düşmanıdır. Bu öykü, Türklerin İslam’la tanışmış olmalarına rağmen hala eski inançlarını sürdürdüklerine ya da Anadolu’dan da birtakım bezekler (Ullikummis) almaya başladıklarına ilişkin güzel bir örnektir.
Göksel olanların dişil olduğu savına karşın Altaylılar Ay’a ata, Güneş’e de ana derler[23]. Tamgalı Say örneğinde ise Güneş ata, Ay anadır. Tüm bu çelişkiler her boyun, tema aynı kalmakla birlikte ay ve güneşi ilk acunsal (evren-cosmos) yaratan görmelerini değiştirmez.
Oğuz Destanı’nda adı geçen Kıpçak Beg’i de annesi, çevresi dağlarla çevrili bir ırmak kenarındaki küçük bir adada, bir ağaç kovuğunda doğurur[24]. Öyküde Oğuz Kağan’ın İt-Barak boyuyla yaptığı savaşta yenilince bir adaya gittiği ve tam bu sırada kocası savaşta ölen kadınlardan birinin doğum sancısına tutulduğu, çevrede sığınılacak yer olmadığı için kadının doğumunu bir ağaç kovuğuna girerek yaptığı[25] anlatılır.


[1] Diviçioğlu s. 24-25
[2] Divitçioğlu s.64
[3] Diviçioğlu s.25
[4] Diviçioğlu s.26
[5] Divitçioğlu s.64
[6] Divitçioğlu s.179
[7] Campbell İM s.219-229
[8] Alekseyev s.340
[9] Ögel TMTTK s.180
[10] Sümer s.63-100
[11] BL s. 892-893
[12] Diviçioğlu s.62-63
[13] Diviçioğlu s.57-58
[14] Diviçioğlu s.58
[15] Diviçioğlu s.59
[16] Ögel TMTTK s.117
[17] Ögel TMTTK s.139
[18] Ögel TMTTK s.117
[19] Öztürk s. 258
[20] Öztürk s.261
[21] Öztürk s.66
[22] Gökyay s.172-187
[23] İnan s.29
[24] Ögel TMTTK s.82
[25] Ögel TMTTK s.171





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bozkurt

  Sivas Cer Atelyesi’nde 1939 - 1953 yılları arasında demiryolu araçlarının sadece bakım ve onarımları yapılır. Kuruluşundan tam 14 yıl sonr...