Bu Blogda Ara

26 Ocak 2020 Pazar

Animizm, Animizm Öncesi Din (Animatizm) ,Atalara Tapınma ,Naturizm ,Büyü ,Totemizm






Animizm, Animizm Öncesi Din (Animatizm) ,Atalara Tapınma ,Naturizm ,Büyü ,Totemizm 


Animizm


 Tylor 1871 yılında yayınladığı “İlkel Kültür” isimli kitabında ilkel dinlerin kaynağının animizm yani ruhçuluk-ruhlara inanç olduğunu ileri sürmüştür. Ona göre tabiat canlıdır, bir ruha sahiptir. İlk insan ruhun farkına, rüyada varmıştır. Ölümden sonra ruh yaşamaya devam eder; çünkü düşlere girmekte, yaşayanları hayallerde ve anılarda izlemekte ve insanların yazgıları üzerinde etkili olmaktadır (Malinowski, 2000, 8; Eliade, 2004, 50; Haviland, 2002, 415). Uyku, rüya, nefes alma gibi durumlarda bedeni yöneten ve ölüm ile ondan ayrılan manevi, hayat verici bir cevher vardır. İlkel insan bu cevherin, çevresindeki hareket eden ve canlılık gösteren varlıklarda da bulunduğuna inanmış ve bunlara korkusu, saygısı ve ihtiyacı ölçüsünde tapınmaya başlamıştır. Önce bedenden ayrı bir ruh fikrine ulaşan insan, sonra çevresindeki hayvan ve maddelere daha sonra da tabi olaylara bu düşünüşünü uygulamıştır. Buradan çoktanrıcılık doğmuştur (Tümer-Küçük, 1993, 28). Tylor’a göre animizm tüm dinlerin temelidir ve iki boyuta sahiptir; ruhlara inanç ve tinsel varlıklara inanç (Morris, 2004, 163-164). İlkel toplumlarda hakim olan atalara tapma, fetişizm ve büyü animizmden kaynaklanmaktadır. Ölü ruhlarının bedensiz varlıklarını devam ettirecekleri inancı atalara tapma kültünü doğurmuş; ata ruhlarına karşı tavırdan yağmur, ateş, ırmak vb. tabiat güçlerini idare eden tanrıların varlığına geçilmiş, zamanla çeşitli tanrıların niteliklerinin bir tanrıda birleşmesiyle de çoktanrıcılıktan tektanrıcılığa geçiş yaşanmıştır (Tümer, 1986, 238; Aydın, 2004, 33; Bianchi, 1999, 84-86; Cox, 2004, 83; Durkheim, 2005, 70-77).


Animizm Öncesi Din (Animatizm) 

Tylor’un öğrencisi olan Marett, 1909 yılında yayınladığı “Dinin Başlangıcı” isimli kitabında dinin ilk şeklinin animizm değil animatizm olduğunu ileri sürer. Kişinin çevresini ve doğayı canlı olarak algılamasına verilen isim olan animatizme hakim olan fikir “mana” teorisidir. Bu teoriye göre dinin ilk aşaması, gayrı müşahhas ve gizli sihirsel-dini güçle karşılaşmanın meydana getirdiği mistik korku ve hayret duygusudur (Eliade, 2004, 24, 55; Tümer, 1986, 238; Emiroğlu-Aydın, 2003, 45). Animizm ve animatizmin birbirine zıt değil, aksine birbiriyle sıkı ilişki içerisinde olduğunu vurgulayan Marett, bunların aynı kültür içerisinde bir arada bulunabileceğini iddia etmiştir. Animizmde ruhsal bir varlığa inanış söz konusu iken animatizmde varlıktan öte bir gücün varlığına inanç söz konusudur (Haviland, 2002, 416).

Marett, İngiliz misyoner rahip Codrington’un Malenezya’da yaptığı çalışmalardan etkilenerek, Malenezyalıların mana diye isimlendirdikleri gayrişahsi ya da gizemli bir güce inanışlarının, preanimizm yani animizm öncesi din olarak evrimin ilk aşaması olduğunu iddia etmiştir. Malenezyalılar için mana, bazı bireylerin genel olarak ölülerin ruhlarının ve tüm ruhların sahip olduğu gizemli ve etkin bir güçtür. Gerçekteyse mananın tanrılar tarafından kişilere, yerlere ve nesnelere verilmiş bir özellik olduğu düşünülür. Belirli nesnelere güç kazandıran ve kişiye bağlı olmayan mana gücünü Malenezyalılardan başka halklar da (wakan, orenda, oki, zemi, megbe vb. şeklinde manaya tekabül eden terimlerle) tanımaktadırlar (Eliade, 2000, 43-45; Eliade-Couliano, 1997, 230; Cox, 2004, 83-84; Tümer-Küçük, 1993, 48; Aydın, 2004:34, 41).

 Mananın dinin ilk evresi olduğu görüşü eleştirilmiş ve bunun doğru bir tespit olmadığı bazı araştırmacılar tarafından belirtilmiştir. Eliade da aynı görüştedir. Ona göre mana olgusu, her ne kadar bu olguya Malenezya çevresi dışındaki dinlerde de rastlansa bile evrensel bir unsur değildir ve sonuç olarak mananın dinlerin ilk evresini temsil ettiğini söylemek zordur. Yine manayı kişiye bağlı olmayan bir güç olarak düşünmek hatalı bir bakış açısıdır. Bu temelin üzerine din öncesi evre kuramını kurmak yanlış bir çıkış noktasıdır (Eliade, 2000, 44-46).

Atalara Tapınma 

Evrim kuramını Darwin’den daha önce ortaya atan fakat dikkatleri çekmeyen Spencer, doğaüstü inançların doğuşunu açıklarken, doğa olgularını özellikle de ölüm ve rüya deneyimleriyle ilgili olanları gözlemleyerek; beden ile ruh arasındaki ayrımı kavramlaştırmıştır. Bu beden-ruh şeklindeki ikilik kavramını geçici bilinç dışılıklar, kendinden geçme halleri, sudaki yansımalar vb. üzerindeki gözlemleriyle güçlendirmiş ve böylece Spencer ölülerin ruhlarına inancın, en eski doğaüstü inançların temelini oluşturduğunu öne sürmüştür. Ölü ruhlar düşüncesi, önemli ataların ilahi varlıklara ve onların mezarlarına konulan adakların da ritüel yatıştırmaların temeline dönüşmesiyle tanrıların varlığı düşüncesine tekamül etmiştir. Böylece Spencer, “atalar tapımı her dinin kökenidir” sonucuna varmıştır (Morris, 2004, 154-159).

İnsanların soyundan geldiği kimselere karşı tabi ve fıtri olarak her zaman duyduğu saygı ve sevginin zaman zaman aşırı bir şekle dönüşmesi, ataları ölümlerinden sonra da çeşitli şekillerde yaşatma fikrini ve çabasını doğurmuştur. Ruhların yaşadığına inanılmakla birlikte bu yaşama keyfiyetinin bilinmemesi veya yanlış değerlendirilmesi, ilkin ölülerin ruhlarından korkup çekinmeye, daha sonra da onlara tapınmaya yol açmıştır. Atalar kültü ailenin ölmüş üyelerine karşı saygı, tazim ve korkuyu ifade eder. Saygı ve tazim hayatta iken büyüklere, yaşlılara, özellikle baba ve atalara karşı duyulan ilgi ve yakınlıktan kaynaklanır. Korku ise ata ruhlarının mekan ve zamana bağlı olmaksızın geriye döneceği, yaşayanlara zarar verebileceği inanç ve endişesinden ileri gelir. Her iki durumda da ata ruhlarının hayattaki insanlarla ilişkisinin devam ettiği inancı esastır. Atalar kültünün paleolitik devreden kalma izleri vardır ve bu izler özellikle ilkel kabilelerde yaygındır. Bu kabileler ölen atanın manevi varlığının yeryüzünde kaldığına ve geride kalanları olumlu ve olumsuz yönlerde etkileyebileceğine inanırlar. Bu yüzden onlara çeşitli hediyeler sunar, kurbanlar keser, heykeller ve maskelerle onları temsili olarak canlandırmaya çalışırlar (Tümer, 1991, “Atalar Kültü” md.)

 Bununla birlikte dikkatlerden kaçırılmaması gereken bir husus da şudur: Atalar kültünde ölen her atanın ruhu kült konusu olmamakta, yalnızca saygıdeğer olanlar buna erişmektedir. Bu anlamda “ölüler kültü” ile “atalar kültü”nü birbirinden ayırt etmek gerekmektedir (Günay-Güngör, 1998, 59).


Naturizm 

Dinin kaynağının naturizm olduğunu savunanlara göre başlangıçta insan çeşitli tabiat varlıklarını yüceltmeye ve zamanla onlara tazim etmeye başlamış, budurum tarihi süreç içerisinde din kurumu şeklinde ortaya çıkmıştır (Gündüz, 1998, 279).

  Müller’e göre ilk insan için tabiat; büyük bir korku ve hayret sebebi, eşsiz bir mucize ve sonsuz bir harika idi. Müller dini düşünceye ilk hız veren şeyi; bu hayret, korku ve saygıda aramak gerektiğini belirtmiş ve dinin kaynağının fiziki çevrede rastlanan kuvvet ve varlıkların kişileştirilmesi ve tanrılaştırılması demek olan, tabiatçılık olduğunu savunmuştur (Taplamacıoğlu, 1961, 62). İşte bu sürpriz ve korku hislerine açık olan şaşırtıcı ve mucizevi bilinene zıt muazzam bilinmeyendir ki dini düşüncenin ve dini dilin ortaya çıkmasına yönelik ilk itkiyi sağlamıştır (Durkheim, 2005, 98-99).

Müller bu düşüncesinden hareketle Hinduizm’in kutsal kitabı Vedalara dayanarak dinin kökeni ve insan doğasında kaçınılmaz olan dinin ilk tezahürü hakkında naturizm teorisini geliştirmiştir. Bu görüşü, bir sistem haline getiren Müller, Vedalar’daki tanrı isimlerinin tabiat olayları ile yakın ilgisi bulunduğunu ileri sürmüş; ‘Agni’nin ateş, ‘Dyaus’un gök anlamına geldiğini, bu kelimeden Fransızca ‘Dieu’, İspanyolca ‘Dios’ kelimelerinin çıktığını belirtmiştir. Bunlar dil ile birlikte din olmuşlardır (Bianchi, 1999, 64-65).

 Müller hemen hemen bütün dillerde tanrı adlarının, tabiat olaylarını ifade ve temsil ettiğini; tabiat kuvvetlerine tabiatüstü değerler verme meylini uyandırdığını ve dil yanılmaları sayesinde dinlerdeki bütün kutsal tasavvur ve inançların meydana geldiğini ileri sürmüştür (Tümer-Küçük, 1993, 30; Aydın, 2004, 34).


Büyü 

Dinin kaynağı hakkında öne sürülen görüşlerden birisi de dinin büyüsel inançlardan doğup geliştiği ile ilgilidir. Bu konuda Frazer bir hipotez ileri sürmüştür. Buna göre insanlık tarihinde büyü, dinden önce gelmektedir. Böylece insanlığın ilk dini törenlerinin büyü törenleri olduğunu belirtmektedir (Aydın, 2004, 34).

Bu doğrultuda, “Altın Dal” isimli kitabında Frazer dinin kaynağının büyü olduğunu açıklarken, büyü ve din arasında kesin bir ayrımın söz konusu olduğunu da belirtir. Ona göre büyü, tabiat kanunlarının çıkarlar doğrultusunda değiştirilmesine yönelik bir girişimdir. Aynı etkenlerin, aynı sonucu doğuracağından, büyücünün hiç şüphesi yoktur. Bundan dolayı Frazer, büyüyü sahte bir bilim olarak nitelendirmektedir. Ancak insanlar tabiatı kontrol etme çabalarında büyünün yetersizliğini anlayınca dine dönüş yapmışlardır. Frazer, insandan üstün olduğuna  inanılan güçleri yatıştırma ve dost edinme olarak tanımladığı dini, büyü ve bilimle karşıtlık içinde görür ve bunu şöyle açıklar: Her büyü zorunlu olarak yanlış ve yararsızdır, çünkü eğer doğru ve verimli olsaydı, artık büyü olmayıp bilim olacaktı (Frazer, 1991).

Bu teoriye göre ilkel insan pratik nedenlerden ötürü doğa süreçlerini denetimi altına almaya çalışır, bunu da doğrudan doğruya ayinler ve büyü aracılığıyla yapar; bunlar aracılığıyla rüzgarı, fırtınayı, hayvanları ve bitkileri denetimi altına almak ister. Ancak kendi büyü gücünün sınırlarını öğrendiği zaman korku ya da umutla, yakararak ya da meydan okuyarak yüce varlıklara yani kötü ruhlara, ataların ya da tanrıların ruhlarına seslenir. Bir yandaki dolaysız denetimle öbür yandaki yüce güçlere seslenme arasındaki bu ayrışmada Frazer dinle büyü arasındaki farkı görür. Eğer doğayı sihirli biçimde yöneten yasalar biliniyorsa, insanın doğaya doğrudan egemen olabileceği inancına dayanan büyü, bu yönüyle bilime akrabadır. Bazı bakımlardan insan acizliğinin itirafı olan din ise, insanı büyüden daha yüksek bir düzeye çıkarır ve sonrasında büyüye baş eğdirmek zorunda olan bilimden bağımsızlığını ilan eder (Malinowski, 2000, 9).

Büyü tabiat üstü güçler yardımıyla tabiatı etkileyerek olağan üstü sonuçlar elde etme esasına dayanan faaliyetler için kullanılan bir terimdir. Tabiat üstü gizli güçlerle ilişki kurularak yahut kendilerinde gizli güçler bulunduğuna inanılan bazı tabi nesneler kullanılarak zararlı, faydalı veya koruma gayeli bazı sonuçlar elde etmek için yapılır. Kutsalla ilişkisi bulunmaması ve ahlaki amaç taşımaması büyünün en temel özelliklerindendir; başlıca gayesi ise daima çıkar sağlamaktır. Büyünün asıl amacı insana ve olaylara etki ederek bol ve çok avlama, balık tutma, hayvan yetiştirme, düşmanı yenme, zarara uğratma veya öldürme, çocuk, ürün ve mal çoğaltma, istediğini elde etme, hastalıktan kurtulma, kısacası bitkileri, hayvanları, insanları, tabiat olaylarını ve güçlerini kontrol ederek şu veya bu kişi yahut kişilere iyilik ya da kötülük etmek suretiyle bir menfaat sağlamaktır. Büyüler; temelinde yatan anlayış, işlemlerin yapı ve amacı ve uygulama yöntemlerine göre çeşitlere ayrılır. Bunlar; ak büyü, kara büyü, aktif büyü, pasif büyü, temas büyüsü, taklit büyüsüdür (Tanyu, 1992, “Büyü” md.; Emiroğlu-Aydın, 2003, 167-170).

 Bu konuda Tylor da animizm teorisinin yanı sıra büyü kavramına ilişkin bir kuram öne sürmüştür. Ona göre dünyaya üç temel bakış biçimi vardır. Bunlar bilimsel, büyüsel ve dinseldir (Morris, 2004, 165). Frazer, Tylor’ın teorilerini yeniden ele alarak ona bir nevi üç hal kanunu ilave etmiştir. Buna göre insanlık üç dönem tanımıştır: Büyü, bilim ve din. Büyü dinden öncedir ve dinden sonra da bilim bulunur. Onun bu düşüncesinde Comte’un nazariyesinden etkilenmiş olabileceği akla gelse de aralarında büyük farklar vardır. Büyü ile bilim birbirlerine benzemektedir. Çünkü her ikisi de kanunlara bağlıdırlar. Büyünün kanunları hatalı, ilmin kanunları ise doğrudur. Din ise ruhların kaprisine teslim edilmiş bir dünyayı temsil etmektedir (Aydın, 2005, 167; Morris, 2004, 170-172).

Bununla birlikte büyünün en önemli niteliğinin neden-sonuç ilişkilerine farklı bir yaklaşım olduğunu savunan Levi-Strauss’a göre büyü ile bilimi karşılaştırmak yerine, onları kuramsal ve pratik sonuçları bakımından farklı olan iki bilgi biçimi olarak düşünmek daha uygundur (Levi-Strauss, 2004, 39).

 Durkheim büyünün de din gibi inançlar, ayinler, mitler, dogmalar, törenler, kurbanlar, arınma ayinleri, dualar, şarkılar ve danslardan oluştuğunu belirtir. Büyücünün kendilerine müracaat ettiği bu varlıklar ve iş yaptırdığı güçler, dinin hitap ettiği güçlerle aynıdır (Durkheim, 2005, 62). Bu noktada Levi-Strauss da aynı fikri savunur ve din ile büyünün birbiriyle bağıntılı olduğunu, din içermeyen büyü olmadığı gibi, büyüsüz dinin de bulunmadığını ileri sürer (Levi-Strauss, 2004, 263). Ancak Durkheim büyü ve dini, akraba olmalarına rağmen ayrılmaları gereken iki kurum olarak görür. Ona göre büyüye karşı dinde açık bir nefret hissi vardır ve büyü de dine karşı düşmanlık beslemektedir. Bu iki alan arasında bir sınır çizgisi çekilmelidir. Dinin esası olan inançlar, bu inançları kabul eden ve gerekli pratikleri uygulayan bir grup/cemaat/topluluk/kilise tarafından paylaşılır. Tarihte cemaati olmayan hiçbir din yoktur. Büyü ise bundan farklıdır. Elbette büyü de halkın büyük bir kısmı arasında yaygındır ve takipçileri vardır. Ama büyü kendisine inananları, birbirlerine bağlayarak aynı hayatı yaşayan bir grup içinde birleştirmez. Bir büyü cemaati yoktur. Büyücünün müşterileri vardır, cemaati yoktur. Hasta bir adamla doktoru arasındaki ilişki gibi onların büyücü ile ilişkisi tesadüfi ve geçicidir (Durkheim, 2005, 62-65).


Totemizm 

Totem kelimesi, bir insan grubunun ya da tek başına bireyin mistik ve büyüsel duygularla bağlı bulunduğu hayvan, bitki, doğa olayı ya da cansız nesneyi ifade etmek için kullanılır. Totemizm ise bir klanın, insan grubunun ya da bireyin aynı atadan geldiğine inandığı hayvan, bitki, doğa olayı ya da cansız nesneye totemsel mistik ve büyüsel duygularla bağlanma ve bu bağlanıştan doğan görev, yasak, ritüel ve törenlerden oluşan sistemdir (Emiroğlu-Aydın, 2003, 806). Öte  yandan totemizm etrafında toplanan insanlar eylem ve eşyayı kutsal ve kutsal dışı olarak ikiye ayırır. Totem kutsal şeylerin temel bir örneğidir (Durkheim, 2005, 151).

Totemizm terimini ilk defa kullanan Mc’Lennan, bu terimi sadece tanımlayıcı değil, totem fenomeninin çeşitli örneklerini de alarak tekamülcü bir yapı içerisinde değerlendirmiş ve eski ulusların totem safhasından geçtiği hipotezini açıkça ifade etmiştir. Bu hipotezin esası, ilkel insanın hayatını ve şahsiyetini hayvanlara, bitkilere ve bazı objelere atfetmesi ve sonra belirli bir kabilenin saygısının odak noktası olarak, özel bir hayvan ya da objeyi kendine mal etmiş olduğu kabulüne dayanıyordu. Fakat bu durumun yanıltıcı olması da mümkündür. Çünkü bilindiği gibi bazı dinlerde hayvan şeklinde temsil edilen tanrılar vardır ve aynı zamanda Kuzey Amerika Kızılderilileri ve Avustralya Aborijinleri arasında pek çok totem vardır. Fakat bu örneklere dayanarak dinin mutlaka bir totemistik safhadan geçmiş olduğu çıkarımına varmak, doğru olmayan bir sonuçtur (Sharpe, 2000, 92-93).

 Durkheim’e göre totem inancı belli hayvan ya da bitkilere yönelmiş değil fakat bütün bu şeylerde yayılmış olan belirsiz bir güce yöneltilmiştir. Bununla birlikte dinin ihtiva ettiği bütün unsurlar orada vardır. Bunlar, kutsal ve inanç, yasak ve korku, dindarlık ve fazilet, dini erkan ve kurbandır (Durkheim, 2005, 243).

Totemizmi araştırma konusu yapan Freud da bu inanışı psikolojik açıdan ele alır. Onun totem sistemini özellikle incelemesinin sebebi totemizmde var olan egzogami yasası ve tabu yasasıdır. Yani aynı totem grubuna bağlı olan kabile üyeleri birbirleriyle evlenemezler ve totem olan hayvan öldürülemez. Aynı zamanda o, totemizmdeki ensest yasağını psikanaliz metoduyla inceler (Freud, 2002, 15).

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bozkurt

  Sivas Cer Atelyesi’nde 1939 - 1953 yılları arasında demiryolu araçlarının sadece bakım ve onarımları yapılır. Kuruluşundan tam 14 yıl sonr...