Bu Blogda Ara

14 Ekim 2019 Pazartesi

HİNDİSTAN’DA İLK TÜRK HAKİMİYETİ: KUŞANLAR VE AKHUNLAR



HİNDİSTAN’DA İLK TÜRK HAKİMİYETİ: KUŞANLAR VE AKHUNLAR



Asya’nın güneyinde, Hind okyanusuna doğru uzanan üç büyük yarımadadan birisi olan Hindistan, kuzeyde Hindukuş ve Himalaya (Karlı dağlar) dağlarıyla ana kıtadan ayrılırken, doğu ve batıda da, güneye doğru gittikçe alçalan dağ silsileleriyle sınırlanır.[1] Eski Arap-Fars kaynaklarında zengin bir ticaret ülkesi olarak tanımlanan[2] ve farklı bölgeleri ifade etmek üzere “Sind ve Hind” şeklinde adlandırılan bu ülke, zamanla sadece Hind (India) olarak anılmaya başlanacaktır.[3]
Dünyanın en yüksek dağ ve yaylalarını oluşturan Himalaya silsilesi Hindistan’ı sadece bir duvar gibi sarmakla kalmaz, aynı zamanda bu ülkenin can damarı sayılabilecek iki büyük nehrin, yani Ganj[4] ile İndus’un da[5] kaynağını teşkil eder. Bu nehirlerin suladığı düzlükler Hindistan tarihi bakımından büyük bir öneme sahip olup, Bengal Körfezi’nden Afganistan sınırına, oradan Belucistan düzlükleriyle Umman denizine kadar uzanır ve güneyde, adeta tabii bir sınır gibi uzanan Vindhiya dağları ile Dekken yaylasından ayrılır.[6] Bölgede, bu iki nehrin havzası dışında kalan güneybatıda Gücerat ve Malva, güneydoğuda ise Cacnagar (Orissa) önemli bölgelerdir. Bunların haricinde Ganj nehrinin suladığı verimli ovalar Kuzeydoğu Hindistan düzlüklerini meydana getirir. Dehli başta olmak üzere Sarsawati, Hansi, Samana, Kuhram, Galyûr (Gwalior), Bedaun, Oudh (Eved), Kara, Kannauç, Koil (Aligarh) gibi büyük ölçüde tarihî olaylara sahne olan şehirler bu düzlüklerde yani, Ganj nehrinin kolları üzerinde veya onlara yakın yerlerde teşekkül etmiştir.[7]
Hindistan tarihi açısından batıdaki Sind (İndus) havzası da oldukça önemlidir. Zira, pek çok tarihî olaya sahne olan Lahor, Multan ve Uçç bölgenin en güzîde şehirlerini teşkil ederken,[8] bu ülkeyi dışarıya bağlayan kuzeybatıdaki üç önemli yol, yani Kabil, Kandahar ve Mekran yolları bu bölgeye açılmaktadır.[9] Dolayısıyla Hindistan tarihinin büyük bir bölümünü oluşturan istilâ hadiseleri burada ortaya çıkıp, geliştiği gibi insanlığın ilk dönemlerine ait kalıntılar ile en eski medeniyetler de bu bölgede tesbit edilmiştir.[10]
İndus ile Soan nehrinin yataklarında ele geçen bazı kalıntılar,[11] Asya’daki ilkel bir ana kültürün bölgedeki yansımaları olarak kabul edilmektedir.[12] Ama, Hindistan’ın prehistoryası[13] ile ilgili bilgiler büyük ölçüde bu kalıntılar ve Ganj boylarında ele geçen bir kısım malzeme ile sınırlıdır.[14] Her ne kadar Soan kültürünü müteakip, M.Ö. IV-III. bin yıllarda Austrik (Australoidler) bir ahalinin Keşmir’den Pasifik’e kadar uzanan sahayı bir müddet elinde tuttuğu ve bölgenin uygarlık öncesi halkını teşkil ettiği ileri sürülmekte[15] ise de, bunların geldikleri yer ve ortaya çıktıkları esas bölge açıklanamamaktadır.
M.Ö. III. binde pek çok meskûn mahalde birdenbire ortaya çıkan Dravitler,[16] Hindistan’ı uygarlığın ilk ocaklarından birisi haline getirecekdir.[17] Ama, bu coğrafyada çok daha gelişmiş bir kültürün ortaya çıkması, yine nereden geldiği belli olmayan müstevli bir grubun M.Ö. III. binin sonlarına doğru Sind havzasına yerleşmesiyle mümkün olmuştur. Bunlar M.Ö. 1700-1500 yılları arasında Mohenjo-daro ve Harappa’da gelişmiş bir uygarlığın yaratıcıları olarak bir yandan kusursuz eşyalar yapıp[18] belli bir plan dahilinde en eski şehirleşme örneklerini verirlerken,[19] öte yandan Fırat- Dicle ve Nil boyu kültürleriyle ticarî temaslarda bulunacaktır.[20] Mohenjo-daro ve Harappa kültürleri eski Mısır’ın iki katı, Sümer ile Akad’ın ise dört misli büyüklüğündeki bir alana yayılmıştı.[21] Ama, Hazar denizi kıyılarından başlayan Aryan göçünün sebep olduğu karışıklık bu uygarlığı da söndürecek, muhtemelen ahali Mohenjo-daro ve Harappa vs. gibi nüfusu onbinleri aşan şehirleri terk etmek zorunda kalacaktır.[22]
M.Ö. 1500-1200 yılları arasında karanlık ve barbarlığı hakim kılan savaşçı, Arî soydan bir topluluk[23] yavaş yavaş Hindistan’ın her yerine yayıldı.[24] Bunlar zamanla yerleşik hayata geçerek tarım ve hayvancılığı geliştirirken[25] Sanskritçeye dayalı bir dinî edebiyatın[26] yanında, sosyal hayatta da kast sistemi etkili olmaya başladı.[27] Ayrıca dinî hayat sürekli bir gelişme içerisinde giderek çeşitlendi.[28] Özellikle M.Ö. 900-500 yılları arasındaki dört yüz senede Vedalar, Brahmanalar ve Upanishadların öğretileri ile Jainizm ve Budizm ortaya çıktı.[29] Yine bu dönemde demirin etkili bir şekilde kullanılmaya başlanmasıyla[30] siyaset ve tarımda ortaya çıkan değişimler sebebiyle Sind havzasının yanında, özellikle Ganj düzlükleri ile Orta Hindistan bölgesi de önem kazanacaktır.[31]
Hindistan’da demirin ortaya çıkışını, Türkistan’la (Orta Asya) olan münasebetlere bağlama yolunda yaygın bir kanaat vardır.[32] Hatta, bu önemli unsuru Hindistan’a bizzat Türklerin getirdiği yönünde kayıtlar da mevcuttur.[33] Aslında, Mohenjo-daro’da eski Türk tipinde heykelciklere rastlanıldığı gibi,[34] şimdi üzerinde pek durulmamakla birlikte, bu yüzyılın başlarında yapılan birkaç araştırmada Hindistan’ın yerli dillerinde epeyce Türkçe kelimenin bulunduğu ortaya konulmuştur. Bunların M.Ö. 2500-1500 yılları arasında yayılmış olabileceği yönünde görüşler vardır.[35] Bilhassa, Munda dillerindeki pek çok kelimenin Subarcadan geldiği, hatta bugün Madran-Kalküta arasında yaşayan Mundaların bahse konu Subarların bakiyeleri oldukları ve bunların M.Ö. VIII. yüzyılda Hindistan’a yayılmaya çalışan Aryanlara karşı mücadele ettikleri yolunda ciddî iddialar bulunmaktadır.[36] Ona rağmen Türklerin bu ülkeyle ilgisi milliyetleri halen tartışılmakta olan Sakaların,[37] Sind ve Mekran taraflarına gelmeleriyle birlikte başlatılacaktır.[38]
Sakaların Hindistan’a İnmeleri
Sakalardan çok önceleri Hindistan’a yönelen Pers kralı Darius (M.Ö. 522-486), buradaki devletlerin aralarındaki bitmez tükenmez savaşlardan istifade ederek Sind’in bir bölümüne hakim oldu.[39] Fakat bu harekât sıradan bir istilâ girişimi olmaktan öteye gidemedi. Bu durum Makedonyalı İskender’in bölgedeki faaliyetleri için de geçerlidir.[40] Nitekim, daha sonraki yüz sene içerisinde tekrar Persler,[41] arkasından da Greko-Baktrianlar Kuzey Hindistan’a inecektir.[42] Bu ikinci grubu güneye yönelmeye mecbur eden güç, hiç şüphesiz Yüe-çilerin önünden çekilen Sakalardır ki, daha sonra onlar da Hindistan’a yönelecektir.
Sakalar,[43] M.Ö. VI. yüzyılda günümüzdeki Taşkent ile Issık Göl arasında yerleşik bir vaziyette bulunuyorlardı.[44] M.Ö. II. yüzyılın başlarında Hun baskısı karşısında tutunamayan Yüe-çilerin Türkistan’ın batı kısımlarına kaymaları[45] üzerine, bölgedeki Sakaların bir kısmı bunlara iltihak ederken geriye kalanlar güneye göçmek zorunda kaldı. Bunların bir bölümü Keşmir’e geçerek, orada bir devlet kurmuş[46] ise de esas büyük grup Ceyhun üzerinden, Merv-Herat yoluyla M.Ö. 150 ile 100 yılları arasında[47] Kuzey Hindistan’ın Gandhara bölgesine, yani bugünkü Sicistan’a ulaşacaktır.[48]
Hindistan’a yönelen Sakaların başında Doğu İran’daki Saka-Part feodalitesine mensup bir satrap olduğu iddia edilen ve “krallar kralı” unvanını taşıyan Maues bulunmaktaydı.[49] Hindistan’a inerken Partları mağlup eden Sakalar,[50] Maues ve halefi I. Azes yönetiminde Gandhara’dan Hindistan’ın orta kesimlerine ve kuzeyine yayıldıkları gibi güneyde de sınırları Mathura, Uccain ve Sauraştra’nın büyük bir bölümüne ulaşan dev bir imparatorluk kurdular.[51]
Hindistan’a yerleştikten sonra Orhun kıyısında yer alan kitabelere çok benzeyen Bengütaşlar diken Sakalar,[52] zamanla Part hakimiyetine girerek yavaş yavaş yerli kültürü benimsedi. Bu arada İran ve Kuzey Hindistan’da yeni bir Part Devleti kuran Gondhopharnes[53] (M.Ö. 18-M.S. 50) tarafından muhtemelen M.S. 19’da siyasî alandaki varlıkları da sona erdirildi.[54] Ancak güneydeki bazı Saka gruplarının yarı müstakil bir şekilde varlıklarını sürdürdüğü ve Gucerat’taki Saustraştra ile Malva arasındaki Uccain’i de içine alan bir bölgeyi yönettikleri görülmektedir. Nitekim bunlar ikinci asrın ilk çeyreğinde, Kuşanların Kuzey Hindistan’da güçlerinin doruğunda oldukları bir zamanda bahse konu bölgede tekrar önem kazanacak ve kuzeyde Kuşanlar, güneyde Şatavahanalar ile birlikte dönemin üçüncü büyük gücü olarak ortaya çıkacaktır.[55] Bu grup, Gupta Hükümdarı II. Çandragupta’nın IV. asrın son yıllarında Gucerat’a yaptığı sefer sonucunda siyasi hakimiyetini kaybetmesine rağmen Sakalardan günümüze, İran kaynaklarının “Sakastana” dedikleri bugünkü “Sicistan/Siistan” adından başka, pek fazla bir şey kalmamıştır.[56]
Kuzey Hindistan’da Kuşan Hakimiyeti Dönemi
Sakaları kovarak, yurtlarına yerleşen Yüe-çiler muhtemelen M.Ö. 133-129 yılları arasında Hunların vassalı olan Vusunların taaruzuna uğradılar.[57] O yüzden Issık Göl civarını terk edip, bugünkü Afganistan’daki Tahia’ya geldiler.[58] Yüe-çilerin bu bölgede yükselişleri tedrici olmuş ve bunun için yüz yıldan fazla bir zaman gerekmiştir. Neticede beş ayrı Yabgu’nun hakimiyeti altında yaşayan Yüe-çiler,[59] takriben M.S. 10 yılı civarında Kuşan boyunun yabgusu I. Kujulakadphises (Ch’iu-chiu-ch’i) tarafından birleştirilmiş[60] ve bu arada Kâbil de ele geçirilmiştir.[61]
İskender’in artığı Baktria Helenleri Devleti’ni[62] ortadan kaldıran Kuşanlar, üçüncü hükümdarları Vima Kadphises (Yen-kuo-ch’en) zamanında (öl. 78?) Hindistan’a yönelecektir.[63] Nitekim bu hükümdar döneminde devletin sınırları doğuda Varanasi (Banares), batıda Parthia hudutları, kuzeyde de Buhara’ya kadar uzanmıştır.[64] Kanişka Devri (78-l0l veya 120-144) ise, Kuşanların en parlak, tarihlerinin de en iyi bilinen dönemini teşkil eder.[65]
Yaklaşık yirmi üç yıl saltanat süren Kanişka, Partları mağlup ederek ezmiş, bütün Ganj nehri boyu ile Dekken’e kadar uzanan bölgeyi, yani Malva ile Gucerat da dahil olmak üzere Kuzey Hindistan’ı tümüyle hakimiyeti altına almıştır.[66] Onun için başşehir Baktria’nın merkezi Belh’den Gandhara’da Puruşapura (Peşaver)’ya naklolunacaktır.[67] Bu muazzam yayılışın Türkistan’da ulaştığı sınırları tam olarak tesbit etmek mümkün değildir. Yalnız, hem II. Kadphises, hem de Kanişka’nın Hindistan ile Roma arasındaki ticarette İran’ı devre dışı bırakan kara ve deniz güzergâhını konrol altında tutmaya özel bir önem verdiği[68] düşünülürse bu sınırların Doğu Türkistan’dan Hazar kıyılarına kadar uzanan sahayı içerisine aldığına hükmedilebilir.[69] Bir başka deyişle, Çi-çi Kağandan (öl. M.Ö. 36) itibaren pek çok Türk hükümdarının yapmak isteyip de, bir türlü gerçekleştiremediği Hindistan ile Türkistan’a aynı anda hakim olma düşüncesini Kanişka gerçekleştirmiş olmalıdır. Ayrıca bu dönemde, Güney Hindistan ile Batı ve Güneydoğu Asya arasındaki münasebetlerin geliştirilmesi de, bilhassa Güneydoğu Asya tarihinin geleceğinde etkili olacak ve önemli sonuçlar doğuracaktır.[70] Bütün bunlar, Kuşanların Kanişka Dönemi’nde sadece Hindistan işleriyle değil, bölgenin bütün meseleleriyle ilgilenen gerçek bir imparatorluk haline gelmiş olduğunu göstermektedir.[71] O yüzden sonraki dört yüzyıllık hakimiyet dönemleri Hindistan kadar Batı Türkistan için de bir altın çağ olmuştur.[72]
Kanişka’dan sonra yerine oğlu Vanişka (102-106), sonra da Huvişka (111-138) ve Vasudeva (145-176) geçti. Bunların döneminde önemli bir olay bulunmamaktadır. Ama, daha sonraki Kuşan hükümdarları[73] ülkeyi karışıklığa sürükleyerek sınırların Pencap yöresine kadar çekilmesine sebep olmuşlardır. Bundan istifade eden Sasani Hükümdarı I. Şapur (241-272) Kuşanlara karşı büyük bir galibiyet kazanarak Pencap’ın kuzeyindeki toprakları ilhak etti.[74] Fakat, esas tehlike Maveraünnehr’de (Maveraünnehir) gittikçe güçlenen Hun boylar birliğine dahil Chionitalerden geldi.[75] Bunların içerisinde Akhunlar/Eftalitler[76] en tehlikeli olanlarıydı. Bazen Sasanileri, bazen de Kuşanları hırpalayan bu grup, 385-420 yılları arasında Ceyhun’u geçerek Kuşan hükümdarı Kitolo’yu Peşaver taraflarına çekilmeye mecbur etti.[77] Bu arada Behram Gûr (420-438) Akhunlara şiddetli bir darbe vurduysa da,[78] sonuç değişmedi. Nitekim bir müddet sonra Belh’e hakim olan Akhunlar,[79] “tigin” adını verdikleri kumandanlar vasıtasıyla Afganistan ve Kuzey Hindistan’daki Kuşan beyliklerini birer birer ortadan kaldırmıştır.[80]
Kuşanlar, dönemin, bu arada Hindistan’ın en büyük imparatorluklarından birisini kurmuştu. Bu sonucun elde edilmesinde etkili olan idarî teşkilatlanma biçimi Sakalar ile başlamış, Kuşanlardan sonra da Hindistan’ın gelecekteki siyasî hayatında bir model olarak öne çıkmıştır. Hindistan’da halihazırda da uygulanmakta olan bu sistem, devlet hayatında katı bir merkeziyetçiliğin yerine, çeşitli bölgelerde gelişen siyâsî teşekküller arasında büyük ölçekli, anonim bir ortaklığı esas alan gevşek bir fedaratif yapıyı öngörmekteydi.[81] Aslında Kuşanlar Dönemi’nde, Kuzey Hindistan’da daha önce ortaya çıkan Part-Saka kültürü yeni bir terkibe tabii tutularak geliştirilmiş ve Ganj havzası da dahil ülkenin tamamına yakın bir kesiminde etkili hale getirilerek dönemin Hint toplum hayatı bir bakıma yeniden düzenlenmiştir.[82]
Kanişka’nın Budizm’i benimseyerek bir konsil topladığı ve bu dini cihânşümûl bir hale getirdiği bilinmektedir.[83] Yalnız O, hakim olduğu topraklarda yaşanan kültür ve din çeşitliliğinin farkında idi ve hepsine gerekli itibarı göstemiştir. Öyleki, hem Budist Gandhara, hem de Mathura okuluna destek verilmiş ve sonuçta Sarnath okulu ile özgün bir Hind-Kuşan sanatının doğması sağlanmıştır. Yalnız, bu okullarda yapılıp da günümüze kadar ulaşan heykellerde Türk süvarileri
 Prof. Dr. Salim CÖHCE

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bozkurt

  Sivas Cer Atelyesi’nde 1939 - 1953 yılları arasında demiryolu araçlarının sadece bakım ve onarımları yapılır. Kuruluşundan tam 14 yıl sonr...