Bu Blogda Ara

21 Haziran 2019 Cuma

Türk Kaynaklı Eserlerde İt Barak Halkı




           






Oldukça zengin destan kültürüne sahip Türklerin, çeşitli sahalarda ve zamanlarda meydana getirdikleri destanlar içerisinde en kadim ve en muhteviyatı geniş olan Oğuz Destanı’dır. İslamiyet öncesi ve sonrası birçok nüshaları bulunan Oğuz Han’ın hayatını anlatan Oğuz Destanları; çeşitli zamanlarda çeşitli toplumlarda ortak bir kültür aracı haline gelmiş ve de birçok Oğuzname günümüze kadar ulaşmıştır. Türk Tarihinin karanlık devirlerini bir nevi bizlere aydınlatan, bizlere eski Türk medeniyetlerinin; sosyal hayatını, inanç sistemlerini, düşüncelerini, kültürlerini, törelerini, soyut ve somut tüm imgelerini aktaran Oğuznameler, Türk tarihinin en önemli ögelerinden birinin yerini tutar. 

Türkler tarihin en eski, en hareketli kavimlerinden biridir. Atı ehlîleştiren Türkler yüzyıllar boyunca; Çin’e, Hint’e, Irak’a, Bizans’a ve Avrupa’ya akın etmişler, buralarda kısa veya uzun, büyük ya da küçük devletler kurmuşlardır. Türkler, denilebilir ki, tarihin en “destani” kavimlerindendir. Oğuz boylarının milattan önce başlayan savaşları, Oğuz Kağan etrafında teşekkül eden, yüzyıllar boyunca sözlü edebiyatta yaşadıktan sonra yazıya geçen çeşitli destanların konusunu teşkil etmiştir.1 Tarih boyunca bu kadar çok savaşan, iklim şartları ile mücadele eden, yayılım politikası ile konargöçer bir hayat yaşayan Türklerin, doğası gereği anlatacağı çok şey olmuş ve bunlar özellikle Oğuznameler yolu ile eksiği ya da fazlasıyla nesilden nesile aktarılmıştır. 


 Ege Üniversitesi Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü Türk Tarihi Anabilim Dalı, Doktora Programı, emre.erzincan@ege.edu.tr 1 Mehmet Kaplan, Oğuz Kağan Destanı, Dergah Yayınları, s 17, İstanbul, 1979.   

Türkler oldukça zengin bir sözlü gelenek ve devlet destanları var etmeleriyle tanınmaktadırlar. Konumuzun başlığından anlaşılacağı üzere tek bir Oğuzname üzerinden bir tahlil yapmak bizi çok disiplinli bir sahada sağlıklı bilgilere ya da önermelere ulaştırmayacaktır. Ancak konuyla ilgili araştırma yapıldığında birçok Oğuzname yazmasının olduğunu görmekteyiz.

 Türk tarihinde birçok millet ve kültür bu kadim ve değerli mirası kendi dünyasından aktarmış ve sonucunda özellikle Tarih ve Halk bilimin sahasında bu durumun tasnifi için Oğuznamecilik kavramı oluşmuştur. Bu durum çeşitli millet ya da onları temsilen kişilerin Oğuznameleri orta çağda kaleme almasıyla ortaya çıkmıştır. Genel anlamda ortak tema Oğuzların soyunun ortaya çıkışını, yapılan seferleri, uygulanan töreleri, devlet anlayışını, yaşayışlarını, inançlarını ve kahramanlık hikâyelerini anlatsa da her biri birbirinden farklılıklar gösterir. Bu farklılıklar; içerikte, işaret edilen coğrafyalarda, inanç sistemlerinde ve törelerin uygulanmasında kendini gösterir. Neyse ki bu farklılıklar konumuz itibari ile İt- Baraklar ve bahislerinde pek farklılaşmaz. 

Türk kaynaklı eserlerde İt-Barakları aradığımızda en önce Oğuznamelerde buluruz. Bu noktada yapılması gereken birçok yazması bulunan Oğuznamelerin hangi yazmasını ya da yazmalarını ele alacağımız hususudur. Oğuznamelere bakıldığında farklı tarih ve coğrafyalardan türemiş yazmalar ile karşılaşırız. Bunlar başlıca şu şekildedir: Uygur harfli Oğuz Kağan destanı (13. asırda yazıldığı tahmine ediliyor), Reşideddin Oğuznamesi (1303’te yazılmıştır), Şecere-yi Terakime (1660’da yazılmıştır) ve Şecere-yi Türkî Oğuznamesi, Tarih-i Cihangüşa Oğuznamesi (Cengiz Han Oğuznamesi), Yazıcıoğlu Oğuznamesi (1436’da yazılmıştır), Manzum Oğuzname (Uzunköprü Oğuznamesi), Kazan Oğuznamesi ve Andalıp Oğuznamesi. Buradan da anlaşılacağı üzere Oğuznameler çeşitli dönemlerde çeşitli Türk menşei olan milletlerden türemiştir. Hepsi ortak unsurlar taşır fakat değişimler görürüz ancak İt-Baraklar unsuru Uygur yazması hariç ortak bir temadır ve değişmeyen ifadeler ile anlatılır. Şimdiye kadar yapılan çalışmalara bakıldığında; Oğuz Han’ın tarihi bir Emre Erzincanlı 41 şahsiyet olup olmadığı, Oğuznamelerdeki olayların nerede ve ne zaman teşekkül ettiği hususu tam olarak açıklığa kavuşmamıştır. Tam olarak bunu okuyabilmek te oldukça zordur. Faruk Sümer Türklerin en eski yurdu olarak kabul ettiği “Talas” (Taraz) ve “Sayram” bölgeleri ve buna yakın yerler olan Baykal-Aral gölleri arasını kabul ettiğinden, destanda geçen yerlerin buralar olduğunu öne sürmektedir.2 Yine bu hususta Fuad Köprülü; Oğuz Yazmalarının, Hunların (Hiung-nu) milattan önceki tarihlerden bakiyeler taşıdığını, Göktürklerden başlayarak Selçuklulara kadar olan tarihi olaylara paralel olarak destanın da gelişmeler olduğunu savunarak, Oğuzname’nin milattan önceki zamanda ortaya çıktığını düşünür.3

13. asırda Orta Uygur Türkçesi ile yazıldığı iddia edilen Oğuzname elimizde bulunan en eski Oğuznamedir. Çevirisinin Orta Uygur Türkçesinden günümüz Türkçesine, Reşid Rahmeti Arat tarafından yapılıp, 1936 yılında yayınlanan eser diğer tüm Oğuznamelerin kaynağı konumundadır, tabii bu konuda kesin bir yargı yoktur. Paris Kütüphanesi’nde saklanan el yazmasından çevirisinin yapıldığı eserde başta, ortada ve son bölümlerinde eksikler vardır. Uygur yazması olarak adlandırılan eserin ayrıca İslamiyet öncesi Türk Dünyasını anlatması açısından da oldukça önemlidir. Uygur yazmasında, Oğuz’un İt-Baraklarla olan karşılaşması ve savaşı değinilmemiştir. Sonraki dönemlerde ortaya çıkan eserlerin tümünde Oğuz Han’ın İt-Barak ya da Kıl-Barak münasebeti anlatılmıştır. Bu temas diğer tüm Oğuznamelerde Oğuz Han’ın ilk seferlerinde anlatılır dolayısı ile Uygur yazmasındaki başta bulunan eksik kısım bazı soru işaretleri doğurmaktadır. Bir asır sonrasında Reşîdüddîn Fazlullah-ı Hemedânî tarafından kaleme alınacak olan eserde bu eksikler mi tamamlanmış olabilir mi? Reşîdüddîn ilk yazmanın tamamına sahip miydi?
 2 Faruk Sümer, “Oğuzlara ait Destani Mahiyette Eserler”, AÜDTFC Dergisi, c 17, s 3-4, Ankara, 1959, s361 3 Köprülüzade Mehmed Fuad, Türk Edebiyat Tarihi, İstanbul, 1926, s.63-64 

 Elbette bu sorular hiçbir zaman kati cevaplar bulamayacak ama bir gerçek yargı var ki Zeki Velidi Togan’a göre Reşîdüddîn kendisinden daha önceki bir yazmaya sahipti ve Tarih-i Oğuzân ve Türkân’ı yazarken bu eserden faydalanmıştı.4

 Reşîdüddîn’in Cami’üt-Tevarih adlı eserinde; Hz. Âdem’den Reşîdüddîn’in yaşadığı döneme kadar olan hadiseler ansiklopedik şekilde ortaya konulur, eserin ikinci cildinde yer alan “Tarihi Oğuzân ve Türkân” bölümünde ortaya sunduğu farsça eser sonraki tüm ortaya çıkan Oğuzname yazmalarıyla oldukça benzerdir. Tezimde üzerinde durduğum İt-Barak bahsi en geniş şekliyle Reşîdüddîn Oğuznamesi’nde mevzu bahis edilir. Kabul görmüş olacak ki Uygur yazmasında olmayan bu İt-Barak ya da Kıl-Barak bölümü, sonra yazıldığı kabul edilen diğer tüm Oğuznamelerde kendisine yer bulur ve hadiseyi değiştirmeyecek şekilde az bir farklılıkla ortaya konulur. Buradan hareketle diğer Oğuznamelere de değinmek kaydı ile İt-Barakların Oğuznamedeki yerini Reşîdüddîn’in “Tarih-i Oğuzân ve Türkân” bölümünden nakledeceğim. Bu bölümü “Oğuz Kağan Destanı” adlı eserinde en kapsamlı şekilde ele alan Zeki Velidi Togan’dan alıntı yaparak aktaracağım.

 Kıl-barak dünyanın karanlık tarafında bir ülkedir. Bu kavmin erkekleri kara renkli, çirkin yüzlü ve köpek gibi, kadınları ise temiz yüzlüdürler. Oğuz onların yakınlarına gelince dokuz atlıyı onlara elçi olarak gönderdi. Dedi ki: pek çok şehir ve ülke bize il olup, itaat etmiş, vergi vermeyi kabul etmişlerdir. Eğer siz de illiği ve vergi vermeyi kabul edip söz verirseniz ne ala; aksi halde savaş ve dövüşe hazır olunuz ki hemen geliyoruz. Onlar elçilere şu şekilde cevap verdiler: Siz dokuz kişi eğer bizden iki kişi ile savaşır ve galip gelebilirseniz vergi vermeyi kabul ederiz. Yenilirseniz buradan geri döneceksiniz. Elçiler bu şekilde karşılıklı dövüş teklifini reddettiler ve dediler ki: Mademki dövüşmek istiyorsunuz, bizden iki, sizden de iki kişi dövüşsün. İtBarakların âdeti şöyle idi: dövüş olacağı zaman iki havuzdan

 4 Zeki Velidi Togan, Oğuz Kağan Destan Reşideddin Oğuznamesi, Tercüme ve Tahlili, s. 117-118, Enderun Kitabevi, İstanbul, 1982.

 birisini kara birisini de ak tutkalla doldururlardı. Dövüşten önce ak tutkal havuzuna çıplak olarak girerler, bu tutkal onların kıllarına yapışırdı. Bu havuzdan çıkınca beyaz kumda yuvarlanırlardı. Oradan kara tutkal havuzuna girerler ve kara kum üzerinde yuvarlanırlardı. Bu madde üç defa vücutlarında kuruduktan sonra, gövdelerine hiçbir silah tesir etmezdi. Kıl-Baraklardan dövüşe giren bu iki kişi böyle yapıp Oğuz’un iki elçisi ile vuruşmaya başladılar. Silahlarla gövdelerine yapılan vuruşlar hiç tesir etmedi. Sonunda bu iki elçi onların elinde öldüler.

 Yedi kişi de oradan dönerek durumu Oğuz’a anlattılar. Oğuz buna hiç aldırış etmeyerek Kıl-Baraklara karşı gidip savaştı. Düşmanlar galip geldiler ve Oğuz’un askerlerinden çoğu öldürüldü diğerleri de dağıldılar. Oğuz bu işte savaş ve mücadelenin fayda vermeyeceğini anladı. Döndü ve büyük bir ırmağa geldi. Askeri bir kısmı bunu gemi ve sallara binerek, bir kısmı da yüzerek geçtiler. Kıl-Baraklılar köpekler gibi çıplak ve yaya olduklarından onların bu ırmağı geçmeleri imkânsız idi. Oğuz –iki su arasına- indi ve perişan olup dağılan askerlerini toplamak için orada yerleşti. Oğuz’un adamlarından biri tesadüfen Baraklılar arasında kalmış ve kadınlar arasında gizlenmişti. Bu kadınların kocaları pis vücutlu, çirkin yüzlü ve köpek gibi olduklarından kadınlar onu çok beğendiler ve hepsi yanına toplandılar. Onula münasebeti arzu ettiler ve bir hediye olarak, onların büyüğü olan İt-Barak’ın kadını huzuruna götürdüler. Kadının bu erkekle konuşması ve münasebeti çok hoşuna gitti. Çünkü kendisi kocası ile temasta bulunamadığından çok kederleniyordu. İt Barak’ın karısı bu cinsi arzusu ve sevinci yüzünden Oğuz’un tarafına meyil gösterdi ve gizlice elçi göndererek: Eğer düşmanı yenip ülkesini almak istiyorsanız tutacağınız yol şudur diye haber gönderdi. Demirden dikenli çiviler yaptırınız ve askerlerinizden her biri bu demir dikenlerden bir miktarını terkiye bağlansınlar ve savaşta bunları düşman üzerine serpsinler. Fakat kendi atlarınızın ayaklarına bu dikenli demir parçalarından zarar gelmemesi için uygun nallar yaptırmalısınız. Sonra da düşmanların burunları ve vücutlarının kenarları çıplak ve tutkalsız olduğundan oralarına ok yağdırınız. Oğuz bu durumu öğrenince çok sevinip memnun oldu ve bu ki su arasını kendine üs edindi. Gemiler yaptırdı ve yakışıklı kimselerden İt-Barak’ın kadınlarına üst üste elçiler gönderdi. Kadınların çok yardım ettikleri bu elçiler Oğuz’a gerekli tüm alet ve malzemeyi yavaş yavaş temin edip hepsini Oğuz’a gönderdiler. Bazı kadınlar da bu erkeleri çok sevdiklerinden onlarla birlikte döndüler. Bu yolla bu ülke alındı. Oğuz bu yerde 17 yıl kalıp dinlendi. Askerlerini düzene koydu ve silahlarını yeniledi. Bu zaman içerisinde çocuklar ve bebekler delikanlılık ve ergenlik çağına yetiştiler. Oğuz’un da bir hatundan 4 oğlu olmuştu, onlar da büyüdüler. Bu arada Oğuz’un askerlerinden birisinin hamile kalmış, kocası da savaşta öldürülmüştü. Bu savaş yerinde kadının doğum yapması yaklaşmıştı. Yakınlarda içi oyulmuş bir ağaç vardı. Kadın o ağaca gidip çocuğun doğurdu. Çocuğu Oğuz’un yanına getirdiklerinde durumu ona anlattılar. Oğuz adını Qıpçaq koydu (ki, Qıpçaq qabuq kelimesinden çıkmıştır. Türk dilinde içi çürümüş, oyulmuş ağaca derler. Diğerlerin fikrince bütün Kıpçak kavimleri bunun neslinden olmuşlardır.) 


Oğuz Kıl-Barak’ı aldıktan sonra iki yıl daha o ülkede oturdu. Herkesi yasalarla disiplinli bir idare altına aldı. Bir gün bu sınırlara hayli yakın olan Karanlıklar Ülkesi ’ne hareket etti.5 
En kapsamlı halini Togan’dan aktardığımız bu kısım İtBarakları bize anlatır. Kıl-Barak olarak manzum eserde geçse de Togan, Marco Polo ve Carpini’ye atıf yaparak isimlerin “KılBarak” yerine “İt-Barak” olmasını daha uygun görmüş ve kullanmıştır. Oğuznamelerdeki İt-Barak bahsi bu noktada en anlamlı noktaya ulaşır ve beraberinde birçok ucu açık önermeler bırakır. “Kıl-barak dünyanın karanlık tarafında bir ülkedir” cümlesi başlı başına bir belirsizlik taşır ancak bu konunun tam açılımı yapılmamış ve de Togan tarafından da bu cümlede açıklama getirilmemiştir. Ancak Togan, “Oğuz bu durumu öğrenince çok sevinip memnun oldu ve bu ki su arasını kendine üs edindi. Gemiler yaptırdı ve yakışıklı kimselerden İt-Barak’ın kadınlarına üst üste

 5 Zeki Velidi Togan, Oğuz Kağan Destan Reşideddin Oğuznamesi, s. 25- 26. 

elçiler gönderdi.” ifadesinden sonra bir dipnot düşmüş ve bu iki su arasının Rusya’nın kuzeyinde herhangi bir yer olarak belirtmiştir. 

Aslında bu husus üzerinde yoğunlaşıldığında bazı ip uçları olay yerinin coğrafi konumu hakkında beraberinde önermeler getirir. Reşîdüddîn Oğuznamesi’nde; “ Oğuz’un İt-Barak Seferi” sonrasında “Oğuz’un Karanlık Ülkesine Seferi” bölümü gelmektedir ve bu bölüm için gerek Togan’ın gerekse diğer Oğuzname yorumlarına bakıldığında Kafkasya’nın kuzeyinde bir yer olarak anlatılır. Buradan hareketle eserin içinde “Oğuz’un İt-Barak Seferi” bölümünden sonra “Oğuz’un Karanlık Ülkesine Seferi” bölümünde Oğuz Kağan doğuya doğru yönelmiştir yargısı var ise; Oğuz’un İt-Baraklar ile münasebeti Kafkasya’nın kuzey batısında bir yerde olmuştur. Oğuznamelerde “deniz” kelimesi de “göl” kelimesi de geçer bu da bize coğrafi mukayeselerin ayrımının yapıldığını göstermektedir ki metindeki “Döndü ve büyük bir ırmağa geldi. Askeri bir kısmı bunu gemi ve sallara binerek, bir kısmı da yüzerek geçtiler. Kıl-Baraklılar köpekler gibi çıplak ve yaya olduklarından onların bu ırmağı geçmeleri imkânsız idi. Oğuz –iki su arasına- indi ve perişan olup dağılan askerlerini toplamak için orada yerleşti.” kısmında açık bir şekilde büyük bir ırmaktan bahsedilir ve gemilerin bunun üzerinde yüzdüğü söylenir. O bölgenin nehir yapılanmasına bakıldığında; arasında adacıklar bırakabilecek ve de üzerinden gemi yüzdürülebilecek Don ve İdil(Volga) nehirleri vardır. Derinlik açısından bakıldığında her ikisi de gemi yüzdürebilecek şartlardadır fakat idil nehri 3 aydan fazla süre donar. Buradaki en iyi ihtimal görünen yer iki nehrin aralarındaki uzaklığın 45 kilometreye kadar düştüğü Rusya’nın güneyindeki Volgograd şehri dolaylarıdır.

 Bu bölge; hem gemi yüzdürülebilecek kadar büyük nehirlerin ortasındadır hem de iki nehrin de kış aylarında donmadığı bölgededir. Bu bölge Kırım bölgesinin kuzey batısında kalır. Ne ilginçtir ki bundan sonra bahsedeceğimiz İt-Barakların yaşadığı bölgeleri işaret eden hem Türk hem de Yabancı kaynaklarda bu bölge sıkça karşımıza çıkacaktır. 

 Elbette destanların efsanevi dünyasında kati gerçekler aramak yanlış olur fakat yüzlerce yıldır birçok milletin ve kültürün ortak mirası olmuş bu denli eserlerin; neler anlattıkları, nasıl anlattıkları ve işaret ettikleri önemlidir. Bunlardan yola çıkarak fikir yürütmekte, konuyu değişik yönlerden okumakta ve analitik çerçeve içerisinde bazı önermeler getirmekte fayda olacağını düşünüyorum.

 Reşideddin Oğuznamesi’nin Togan tercümesinde de aktarıldığı gibi Oğuz Han’ın İt-Barak akınında 17 yıl kaldığı hususu doğru kabul edilir. Fakat Oğuznamelerin çeşitli yazmalarının çevirisinde bu bazen 7 sene olarak aktarılır. Bu da Farsçanın sayı yazılış ve okunuşlarının benzerliğinden kaynaklıyor olmalı. Farsçada 7 “Haft” , 17 “Hefta” şeklinde okunur. Zaten bakıldığında Oğuz Han’ın seferleri pek uzun sürmez. Bu seferinde Oğuz Han’ın ilk kez geri çekildiğini ve kaçıp, sığındığını görüyoruz. Uygur yazmasında olmayan bu bölüm daha sonraki tüm Oğuznamelere kaynak olacak Reşideddin Oğuznamesi’nde yer alır. İşin sonunda Oğuz Han galip gelecek ve illerine İt-Barakları da katacaktır ama bir mağlubiyet söz konusudur. Bu durum destanlarda pek karşılaşılmayan bir durumdur. Teamül şudur ki; destanlarda, olağanüstü güçlere sahip bir kahraman ya da kahramanlar vardır ve kahramanlar olağanüstü ya da insanüstü güçleri ile başarılı olurlar, bazen bu başarı bir önsezi ile bazen üstün zekâ ile de elde edilebilir. 

Ancak Oğuz Han’ın İt-Barak seferinde bu durumlardan farklı bir durum vardır; burada zekâ unsuru aranacak ise tutkal ve toprak ile vücutlarını zırhlandıran İt-Baraklar daha ön plana çıkmaktadır. Üstelik Oğuz Han’ın dokuz atlı elçisi gözdağı vermek istemiş dalga geçercesine 2 İt-Barak erkeği ile 9 kişilik Oğuz yiğitlerin karşı karşıya gelmesi gibi bir öneriyle karşılaşılmıştır. Üstelik dövüşten dönen ve durumu anlatan elçilere kulak asmayan Oğuz Han, hikâyede gücüne çok güvenmiş ve onları dinlemeyerek İt-Baraklara saldırmış ve de mağlup olmuştur. Oğuz Han’ın tam 12 tane seferi bulunmaktadır, bu diğer Oğuznamelerde de mutabık kılınmıştır fakat tek yenildiği ve kaçtığı bu sefer olmuştur. Bu noktada Oğuz Han’ın sonunda yenmiş ve iline katmış dahi olsa başarısız bir sefer vardır ama bu başarısızlık bir taraftan destanlardaki kahramanların genel duruş teamülünü bozsa da bir taraftan da, kendisinin de hata yapabileceği ya da yanlış kararlar verebileceği hususunda bir algı oluşturur. Ve bu algı hem Oğuz Kağan’ı hem de Oğuzname’yi daha inandırıcı, gerçekçi ve tarafsız kılar. Kahramanı daha beşeri sıfatlara indirger ve bu da onun kişiliğini küçültmez. 

Burada değinmek istediğim bir başka husus ise Oğuz Kağan’ın bir nevi hileye başvurmasıdır. Togan’dan alıntı yaptığımız Oğuzname’de Oğuz Han elçilerinin anlattıklarına pek te itibar etmemiş ve İt-Barak ülkesine akın etmiş ve mağlup olmuştur. Sonrasında İt-Barakların kadınları ile temasta olan askerleri olduğunu duyunca sevinmiş ve onlarla iş birliği yaparak İt-Barak erkeklerini kabzetmiştir. Oğuz Han’ın düşmanı olduğu ya da savaştığı halkların kadınları ile iş birliği yapması çok ilginçtir. Tarihte Bizans oyunları olarak bildiğimiz ya da Çin’in bazı kadınları kullanarak Türklere yakın görünmek amaçlı yaptığı işlere benzettiğimiz bir durumdur. Burada her ne kadar Oğuz kendi kadınlarını kullanmasa da kendi askerlerini ve savaştığı askerlerin eşlerini kullanmış oluyor. Cenk meydanlarında gördüğümüz Oğuz Han ilk kez yine bu hikâyede diğer hikâyelerinde görünmeyen şekliyle karşımızda durmaktadır. Bu durum son zamanlarda üstünde durulan Andalıp Oğuznamesi’nde de aynı şekilde anlatılır.

 İt-Baraklar halkının yaşayışları hakkında çalışmamın ilerleyen kısımlarında bazı tarihçilerin değinilerini sizinle paylaşacağım fakat Oğuznamede İt-Barak erkeklerinin nasıl savaştıkları hususunda bilgiler aktarılır ve bu çok önemlidir. “İt-Barakların âdeti şöyle idi: dövüş olacağı zaman iki havuzdan birisini kara birisini de ak tutkalla doldururlardı. Dövüşten önce ak tutkal havuzuna çıplak olarak girerler, bu tutkal onların kıllarına yapışırdı. Bu havuzdan çıkınca beyaz kumda yuvarlanırlardı. Oradan kara tutkal havuzuna girerler ve kara kum üzerinde yuvarlanırlardı. Bu madde üç defa vücutlarında kuruduktan sonra, gövdelerine hiçbir silah tesir etmezdi.” İlk önce ak tutkal havuzuna ve sonra beyaz toprağa sonra kara tutkal havuzuna ve kara toprağa sürünmek ve vücudunu zırhlamak bahsi oldukça ilginçtir. Fiziksel olarak toprağa bulanmak daha çok kamufle olmak için tarihte Amazon kadınlarının bir geleneği olarak anlatılır. Ama burada zırh için bu kullanıldığı aktarılıyor bu da bir taraftan İtBarakların yenilmezliği hususuna açıklama getirirken bir taraftan da bu halkın doğaüstü güçleri olmadığı bu zırhlanmaya dayandırılarak daha beşeri sıfatlara indirgeniyor. Öte yandan Oğuz Han’ın ilk mağlubiyeti bir mantığa dayandırılıyor. Daha önce değindiğim üzere epik yazmalarda ve destanlarda kati gerçekliği aramayız ama ne kadar mantığa yakın olur ne kadar bize yakın olursa o derece ona olan inancımız yükselir. Burada yine manzum bir hikâyeden gerçeklere ulaşma amacı ile tahlil etme çabasında olmak gerekir. Tarihin babası olarak nitelendirilen Herodot’u okurken birçok olağanüstü varlıklar ve durumlarla karşılaşırız, aslında bu hikâyelerin bazılarında gizli anlamlar, mecaz ve metaforlar saklıdır. Yüzyıllar sonra bu üstatların eserleri hala değerini kaybetmiyor ve günümüzde bile Herodot’un eserinden çıkarımlar yapılıyor.6

 Toğan’ın çevirisini aktardığımız bölümde öne çıkan diğer bir husus ise iletişimdir. İt-Barak halkı Oğuznameler dışındaki diğer bahislerde genellikle ıslah edilemeyen, canavarlaştırılan, insani unsurlardan uzak şekilde anlatılır fakat Oğuznamelerdeki İtBarak bahsi sadece erkeklerinin görünüşleri ile birkaç olağandışı betimlemeden öteye gitmez. Diğer tüm tasvirlerde tamamen insani sıfatlar ile anlatılır ki bunlardan bir tanesi de iletişimdir. Togan üstadın çevirisinde şu kısım bunu kanıtlar: Oğuz onların yakınlarına gelince dokuz atlıyı onlara elçi olarak gönderdi. Dedi ki: pek çok şehir ve ülke bize il olup, itaat etmiş, vergi vermeyi kabul etmişlerdir. Eğer siz de illiği ve vergi vermeyi kabul edip söz verirseniz ne ala; aksi halde savaş ve dövüşe hazır olunuz ki hemen geliyoruz. Onlar elçilere şu şekilde cevap verdiler: Siz dokuz kişi eğer bizden iki kişi ile savaşır ve galip gelebilirseniz vergi vermeyi kabul ederiz. Yenilirseniz buradan geri döneceksiniz.

6 Herodotos, Herodot Tarihi, çev. Müntekim Ökmen, 3. Baskı, İstanbul, 1991. 

 Elçiler bu şekilde karşılıklı dövüş teklifini reddettiler ve dediler ki: Mademki dövüşmek istiyorsunuz, bizden iki, sizden de iki kişi dövüşsün. Görüleceği üzere İt-Barak halkı uzlaşılmaz, iletişim kurulmaz, barbar bir kavim değildir. Elçileri karşılarlar ve konuşurlar, mutabık kaldıkları eşit dövüşten sonra geriye kalan Oğuz Han’ın yedi atlı elçisini de salarlar. İletişime açık bir politika içerisinde bu münasebet devam eder. Oğuznamlerde anlatılan İt-Baraklar (Köpek-Kafalılar) tasviri ile bilhassa yabancı kaynaklarda anlatılan Köpek-Kafalılar tasviri arasında bu hususta bir farklılık vardır. İt-Baraklar uzlaşılmaz, ehlîleştirilmemiş, vahşi olarak nitelenmez Oğuznamelerde, canavarlaştırma yapılmamış son derece insani sıfatlar ile nitelendirilmiş ve en önemlisi iletişim kurulmuş ve karşılıklı anlaşılmıştır. 

Üzerinde durulması gereken diğer husus ise İt-Barak kadınlarının, Oğuz Han’ın askerleri ile münasebeti olmalıdır. Togan’ın çevirisinden o kısmı hatırlayalım: Oğuz’un adamlarından biri tesadüfen Baraklılar arasında kalmış ve kadınlar arasında gizlenmişti. Bu kadınların kocaları pis vücutlu, çirkin yüzlü ve köpek gibi olduklarından kadınlar onu çok beğendiler ve hepsi yanına toplandılar. Onula münasebeti arzu ettiler ve bir hediye olarak, onların büyüğü olan İt-Barak’ın kadını huzuruna götürdüler. Kadının bu erkekle konuşması ve münasebeti çok hoşuna gitti. Çünkü kendisi kocası ile temasta bulunamadığından çok kederleniyordu. İt Barak’ın karısı bu cinsi arzusu ve sevinci yüzünden Oğuz’un tarafına meyil gösterdi ve gizlice elçi göndererek: Eğer düşmanı yenip ülkesini almak istiyorsanız tutacağınız yol şudur diye haber gönderdi. Reşideddin Oğuznamesi’nde bu kısmın olması çok ilginç bir tesadüfü beraberinde getirir. Eski Yunan ve Latin gezgin ve tarihçilerden, Çin yıllıklarına ve Hint kaynaklarına kadar Kafkasya’da, Kırım’da veya Orta Asya’nın kuzeyinde yaşayan “Amazon Kadınlarından” bahsedilir.

 Bu topluluk tüm bu kaynaklarda yalnız yaşayan vahşi kadınlar olarak anlatılır ve üreme amaçlı yakın bölgelerdeki erkeklerle birlikte olup nesillerini sürdükleri ortaya konur. Rivayet odur ki bu kadınlar kız çocuk doğururlarsa ileride bu topluluğa mensup olur, eğer erkek çocuk doğururlarsa erkekleri çirkin ve köpek suratlı olur. Toplumdan dışlanan erkekler Amazon kadınlarına yakın bir yerde yaşarlar ama onlarla herhangi bir münasebete girmezler. Ve bu erkekler çok vahşi ve güçlü olurlar ama suratları köpeğe benzer. Togan’ın bize tercümesini yaptığı kısma bakar isek bu rivayetlerin bir benzer durumu ile karşılaşırız. İt-Barak kadını eşiyle münasebet yaşayamadığından mustariptir. Diğer kadınlar da aynı sıkıntıda olacak ki onlar da Oğuz erkekleriyle yakınlaşırlar, münasebete girerler hatta yardım dahi ederler. Burada İt-Barak kadınlarının asıl amacının cinsel arzularının peşinden gitmekten ve cinsel ihtiyaçlarını gidermekten çok, nesillerinin devamı olacak çocukların babalarını daha nizamlı gördükleri Oğuz erkeklerinden olması isteği olmalıdır diye düşünmekteyim. Bu düşünceye de sadece cinsel münasebetle kalmayıp onlara yardım etmeleri ve de İt-Barak erkeklerini nasıl yeneceklerini dahi Oğuz erkelerine anlatmalarından çıkarım yapıyorum. Bahsini ettiğim eski ve ilk çağ tarihçilerinin ortak paydası olan “Amazonlar” acaba şimdi burada karşımıza çıkmış olabilir mi? Ya da Reşideddin Oğuznamesi’nde bu hikâyeye yer verirken bu önceden nakledilen tarihçileri okumuş muydu? Bu soruların cevaplarını asla veremeyeceğiz fakat bu benzerlikler bir tesadüfün parçası olamaz diye düşünüyorum ki tesadüf değilse de zaten Reşideddin Oğuznamesi’nde bu bahsi dolaylı yönden kendisi onaylamış oluyor. 

Çalışmamın bu kısmına kadar olan kısmında Oğuznamler bölümünde; İslamiyet öncesi ve sonrası en çok temel alınan iki yazma olan Reşideddin Oğuznamesi ve Uygur harfli Oğuz Kağan destanından bahsettim. Diğer Oğuznamelere de biraz değinmek gerekirse temel anlamda içerikte farklılıklar olsa da benim ilgilendiğim bölüm için aynı tezahürler söz konusudur. Oğuznamelerin diğer yazmalarında da Oğuz Han, İt-Baraklarla savaşa tutuşur ve yenilir sonrasında gücünü toplayarak onları iline katar ve hak dinine sokar. Oğuz’un İt-Barak akını diğer yazmalarda; bazen içerik olarak daha kısa özetlenmiş, bazen işaret edilen coğrafya değişmiş ya da bazı hususlar hiç ele alınmamıştır.

 Oğuznamelerin diğer yazmalarına baktığımızda Ebulgazi Bahadır Han’ın Şecere-yi Türkî Oğuznamesi ön plana çıkmaktadır. Farklılıklar olsa da Ebulgazi’nin eseri de Oğuz soyunun şeceresini eserin adından da anlaşılacağı üzere ortaya koymuştur. Bahaddin ÖGEL Türk Mitolojisi adlı kitabında Ebulgazi Bahadır Han’ın İt-Barak seferini ve münasebetini şu şekilde aktarıyor: 

“Oğuz Han durmadan 72 yıl Oğuzlar ve Tatarlar ile vuruştu, 73. Senede artık hepsini imana getirerek, Hak dinine soktu. Bunların hepsi Oğuz Han’ın buyruğu altına girmişlerdi. Bundan sonra Çin (Hıtay), Cürcet, Taciklerin Tibet adını verdikleri Tangut ülkesi ile Kara Hıtay’ı aldı. Kara Hıtay memleketi çok geniş bir ülkedir. Halkının rengi ise tıpkı Hintlilerin gibi siyahtır. Bunların ülkesi Moğolistan’dan başlar Hindistan ile Çin arasından güneye uzanır. Sınırları ta Okyanus’a kadar dayanır. Bu büyük deniz kenarındaki dağlarda birçok kabileler yaşarlar. Bu kabilelerin adlarına İt-Barak derler. Oğuz Han bir defa İt-Barak Han’ı üzerine yürümüştü. Aralarında büyük bir vuruşma olmuş ve İt-Barak Han’ı galip gelmişti. Bu savaşta Oğuz Han’ın askerleri bozulmuş ve Oğuz Han da kaçmak zorunda kalmıştı. Savaş meydanının ötesinde iki büyük ırmak akıyordu. Oğuz Han bu iki ırmak arasına sığınarak, askerlerini oraya toplamak zorunda kaldı. O çağların hükümdarları uzak yerlere giderken karılarını da beraber götürürlerdi. Beyler ve askerler de böyle yapardı. Oğuz Han’ın beylerinden biri de, karısını yanına alarak akına çıkmıştı. Bey savaşta ölünce karısı da hemen kaçıp Oğuz Han’ın yanına geldi. Kadının doğum günü de geldiğinden doğum ağrıları başladı. Bu sırada hava çok soğukmuş ve sığınacak yerde yokmuş. Kadın başka bir çare göremeyince, hemen gövdesi çürümüş bir ağacın içine girmiş ve bu ağacın kovuğunda doğumunu yapmış. Doğan çocuk ta oğlanmış. Bunu hemen Oğuz Han’a haber vermişler. Oğuz Han bunu duyuca etrafındakilere hemen şöyle bir buyruk vermiş: 
-Bu çocuğun babası bizim hizmetimizde vuruşurken öldü. Ona bakıp büyütecek kimsesi de yoktur. Bu nedenle bu çocuk benim oğlum olsun. Çocuğun adını da “Kıpçak” koymuş.

 Kıpçak Oğuz Han’ın yanında büyüdü. Artık bir delikanlı olmuştu. Bu sırada (Güney Rusya’daki) Ruslar, Ulaklar, Macarlar ve Başkurtlar henüz daha Oğuz Han’ın egemenliğine girmemişlerdi. Oğuz Han Kıpçak-Bey’in emrine gereği kadar asker verdi ve onu “Ten”yani Don ve İtil ırmaklarının bulunduğu yöne gönderdi. Kıpçak Bey o bölgelerde 300 sene hüküm sürdü. Bu sebeple Kıpçak ilinin hepsi, bu beyin soyundan gelir. Oğuz Han’dan Çingiz Han’a kadar yani 400 sene, İtil ve Don bölgelerinde tek buyruk, Kıpçak Bey idi. Bu ülkelerde onlardan başka bir insan veya halk topluluğu yaşamıyordu. Bunlardan dolayı oralara “Deşt-i Kıpçak”, yani “Kıpçak Çölü” denir. 

“Oğuz Han önceleri İt-Barak kavmi ile harbetmiş ve onlara karşı mağlup olmuştu. Aradan yedi yıl geçtikten sonra yine İtBaraklara bir akın yaptı ve onları mağlup etti. Ayrıca Hakanlarını da öldürdü, yurdunu ve nesi var nesi yoksa hepsini aldı. Halkını da imana getirip, Hak dinine soktu. Oğuz Han, Müslüman olmayanları kesdi ve çocuklarını da alarak kendi yurduna götürdü.”7 Görüldüğü üzere Ebulgazi Bahadır Han’ın aktardığı Oğuz Han’ın İt-Barak seferi ile Reşideddin’in aktardığı İt-Barak seferi bazı farklılıklar gösterir. 

Karşılaştırmalı olarak bakıldığında, ilk olarak İt-Barakların yaşadığı yerler Bahadır Han’ın yazmasında Hint Okyanusuna kadar dayanan güneydoğu Asya bölgesidir. Reşideddin’in eserinde Oğuz Han Karanlıklar ülkesi seferi öncesi Avrasya’nın kuzeyinde İt-Barak akını yapmıştı. Ögel aynı eserinde bu durumu Ebulgazi Bahadır Han için şöyle açıklıyor. “ Yazar aldığı terbiye ve anane gereğince, Çingiz Han’ın çağındaki olaylardan birçok tesirler almıştır. Oğuz Han’ı tıpkı Çingiz Han çağında yaşamış veyahut da Çingiz Han’ın tam kendisi olarak görmüş ve o çağın coğrafyası ile kavimlerine göre bir dünya kurmuştur. Onu bu yola sürükleyen nedenlerinden biri de Türkmenlere karşı olan kini ve düşmanlığı idi. Yazar İt-Barak ülkesi hakkında yanlış bilgi vermiştir.”8 Ögel’e göre Ebulgazi Bahadır Han Çingiz Han merkezinde olay örgüsünü anlatıyor ve de kendisinin de mücadele ettiği Türkmenlere karşı bir kin duyuyordu, bu da olayları anla- 

7 Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi I, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 2014, s.204-208 8 Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi I, s 206.

  tırken bazı taraflı ya da yanlış bilgiler vermesine neden oluyordu. Ögel’in bu bahsi eserler yazılırken bilhassa orta çağın dinin, adetlerin, sosyal yaşamın, düşmanlıkların veya öğretilerin etkisi doğrultusunda yazılması hastalığının ta kendisidir. Fakat burada ilginç bir durum vardır. Çalışmamın daha sonraki kısımlarında büyük çoğunlukla İt Barakları ya da Köpek kafalıları Kuzey Dünyasına yerleştiren eski ve yeniçağ tarihçilerinin ve gezginlerinin bir kısmı da bu kavmi Hindistan’a yakın bölgelerdeki dağlık alanlarda yaşayan kavimler olarak göstermiştir. Kaldı ki Ebulgazi Bahadır Han’ın Türkmenlere olan düşmanlığının İt-Barakların yaşadığı coğrafya ile bir ilgisi yoktur. Ebulgazi İt-Barakları Türkmenleştirmemiştir. Eğer yapsaydı da İt-Baraklar yine Ebulgazi’nin eserinde de yenilmez bir ırk olarak betimlenmiştir, bu da övgüye baki bir yorumlamadır. 

Yine karşılaştırmalı olarak Oğuznamelere bakıldığında, Ebulgazi Bahadır Han’ın Oğuznamesi’nde, İt-Baraklar tasvir edilirken Hintliler gibi kara tenli (esmer tenli) oldukları söylenmektedir. Kadınlarının güzel olduklarına dair herhangi bir değinim yoktur. Erkeklerinin de köpek suratlı olduklarına dair bir ibare de bulunmaz. Vurgu daha çok İt-Barakların ülkesinin çok geniş olduğu üzerindedir. Oğuz Han’ın bu ülkeye yaptığı akın ve mağlubiyeti aynıdır fakat sonradan kazanacağı galibiyette İtBarak kadınlarının herhangi bir yardımı söz konusu değildir. Reşididdin’in yazmasında bulunan İt-Barak kadınlarının yardımı ve münasebetinden hiç bahsedilmez. Aslında her iki eserde İslamiyet sonrası yazılmıştır. Fakat İslami etkinin yazmalara olan etkisi açısından bakıldığında Reşididdin bu hususta daha yumuşak ya da daha laik bir üslup kullanmıştır. İslam dininde nikâhsız beraberliğin büyük günahlardan olan zina olması Reşididdin’in yazmasında İt-Barak hikâyesinde bir sansür getirmesini gerektirmemiştir. Genel olarak bakıldığında daha sert İslami çizgileri olan Ebulgazi’nin bir sansürlemeye gitmiş olması düşünebilir bir önermedir. Konuyla bağlantılı olarak İt-Barak bahsinde düşman kadınlardan alınacak bir yardımın ve cinsel münasebetin, İslam dışı ve alçaltıcı bir unsur olarak görülmüş ve de Ebulgazi tarafından mevzu bahis edilmemiş olabilir. 

 Bu ihtimali daha da kuvvetlendirecek başka bir vakaya da değinmek isterim. Hem Reşididdin’in hem de Ebulgazi’nin kaleme aldıkları Oğuznamlerin İt-Barak akını hikâyesinin sonunda, Oğuz Han İt-Baraklara karşı galip gelir ve onları iline katar. Fakat karşılaştırmalı olarak bakıldığında; Ebulgazi bu seferin sonunda İslamiyet’i kabul etmeyen kâfirlerin Oğuz Han tarafından öldürüldüğünü ve kalanların ise Hak dinine yani İslamiyet’e geçirildiklerine vurgu yapar. Aynı hikâyenin sonu Reşididdin tarafından, Oğuz Han’ın İt-Barakları iline katarak herkesi yasalar ile disiplini altına aldı ibaresi kullanılmıştır. Togan tarafından “yasalar” kısmına bir not düşülmüş ve açıklamasında Oğuz illerindeki devlet töresine ve Oğuz yaşantısına alındığı hususu belirtilmiştir. 

Görüleceği üzere Reşididdin hikâyenin sonuna “iline katmak” eylemini kendi töresine ve yasalarına katmak olarak yorumlarken, bu durum Ebulgazi’nin eserinde kâfirleri kılıçtan geçirerek İslam dinine sokmasıyla yorumlanır.

 Buradan hareketle; Reşididdin’in İt-Barak akının sonundaki zaferi Türklerin en kadim ve önemli unsuru “töre” ile bağdaştırması, Ebulgazi’nin ise kâfirlerin öldürülmesine ve Müslüman yapılmasına vurgu yapması, bize Reşididdin’in inançlar hususunda daha nesnel olduğu ve inanç vurgusunu daha az kullandığını gösteren bir sağlamadır. Her iki Oğuzname de İslamiyet sonrası yazılmasına karşın gerek içerik ve konunun işlenişi gerekse coğrafi bakımdan işaret edilen yerler hususunda bariz farklılıklar gösterir. Bu bölümün başında; en çok üzerinde çalışılan, değinilen, tercüme ve tahlili yapılan Oğuznamelerden bahsetmiştim. Bu değişimin ve farklılıkların elle tutulur göstergeleri diğer Oğuzname yazmalarında da görülür. Oğuznamelerin anlattıkları oldukça vahim bir kültür varlığı olsa da kutsal kitap edasında değişmez olması beklenemez. Değişik zamanlardaki değişik zatların ve onların naklettikleri olaylar silsilesi olarak ele alınacak kadar da basit bir hususta değildir. Oğuznamelerde İtBaraklar hususundaki farklılıklar ortak temalardan çok daha azdır. İt-Barak bahsi geçen tüm Oğuznamelerde; Oğuz Han İtBarak seferinde ilk önce yenilir, iki nehir arasına kaçarak sığınır, askerinle dinlenip güçlendikten sonra İt-Barakları iline katar. Bu benzerliklerin açılımını, farklılıklardan daha az olmasına karşın önceki satırlarda yapmıştım. 

Türk Dünyasının çeşitli değerlerini bir vücutta toplayan bu eserler; Oğuz Han’ı merkeze alarak, bu yüce değerleri farklı Türk coğrafyalarında ve farklı zamanlarda, bir şeyler ekleyerek ya da çıkartarak bunun bir parçası olma onuruna nail olmak için sahiplenerek çeşitli yönleriyle ele alınmıştır. Farklılıklar; beraberinde kültürel zenginliği, farklı yorumları, farklı okumaları ve hayat görüşlerini de beraberinde getirir. Ayrıca Oğuznameler’in taşıdığı bu kültür mirası gerek Türk dünyasının kendi içinde, gerek diğer milletler tarafından kendi tarihlerine ve sözlü, yazılı eserlerine taşınmış ve farklı tezahürlerle yer bulmuştur. Bu noktada Oğuznameler’in evrenselliği, taşıdığı birçok evrensel değerlerler den doğmaktadır. 

Günümüzde Oğuznameler üzerine yapılan araştırmalar ve çalışmalara bakıldığında “farklılıklar” merkeze konularak Oğuznamelerin karşılaştırmalı şekilde ele alındığını görürüz. Tasnif ve tahlil çalışmaları ve bilhassa menşei çalışmaları ön plana çıkmıştır. Tasnifi ve tahlili genel anlamda tüm Oğuznameler üzerinde yapılmış ve büyük ölçüde belirli önermeler yerine oturtulmuştur. Fakat menşei çalışmalarında çok değişik önermelerle karşı karşıya kalıyoruz. Ne zaman yazıldığı ve hangi millet tarafından yazıldığı bir çıkmaz gibi görünse de bir sorunsal değildir. Temelinde bir atası (Oğuz Han veya başkası), bir milleti (Türkler), bir devlet anlayışı ( Dünya devleti olma anlayışı), bir töresi (ilkesi ve ülküsü), bir kültürü (yaşam tarzı) olan Oğuznameler için ne zaman yazılmış olması, böyle yüklü bir mirasın karşısında önemini kaybeder.


                                      Dede Korkut Hikâyeleri 



Büyük ölçüde 9. Yüzyıl eseri olarak kabul edilen, Oğuzların İslamiyet’i kabul etmesinin hemen öncesini anlatan Dede Korkut Hikâyeleri, Türk Dünyası’nda için oldukça önemli bir yer teşkil etmektedir. Destansı Oğuz mecmuaları olarak bilinen Dede Korkut Hikâyeleri, son bir buçuk asırdır ortaya çıkmıştır. Türklerin yaşadıkları farklı coğrafyalarda ve kültürlerde halk ozanları vasıtası ile birçok neslin dinletisi olduğu düşünülmekte olan bu eser Türk edebiyatının ve tarihinin sözlü geleneğinin en değerli unsuru olarak kabul görmektedir. Bu hususta Fuad Köprülü’nün şu sözü eserin ehemmiyetini açıklar: “Bütün Türk Edebiyatını terazinin bir gözüne, Dede Korkut Destanı’nı öbür gözüne koysanız, yine Dede Korkut ağır basar”. Vatikan ve Dresden yazmaları bulunan Dede Korkut Hikâyeleri çalışmalarında daha çok Dresden yazmaları üzerine durulmuştur, bunun nedeni Vatikan yazmasının 1950 li yıllardan sonra ortaya çıkmasıdır. Vatikan yazması 6 hikâyeden, Dresden yazması ise 12 hikâyeden oluşur. İlgili araştırmacıların Dresden yazması üzerine yoğunlaşmasının bir başka nedeni de daha geniş bir kapsama sahip olması olarak ta kabul edilebilir. 

Destansı Oğuz yazmaları olarak bilinen Dede Korkut hikâyelerinde, Oğuz destanının kültürü devam ettirilmiş, gerek kahramanlar gerekse içerdiği kültür olarak Oğuz Destanı’nın bir parçası olarak değerlendirilmiştir. Dede Korkut Hikâyelerinin, Oğuzname’nin devamı olduğu hususundaki en kapsamlı çalışmayı Ögel ortaya koymuş, herkesin değindiği ama açıklamasını yapmadığı durumu iki eseri karşılaştırmalı olarak ele aldığı bölümde ele almıştır.9 Bu durumda, Dede Korkut hikâyelerinde İtBarak figürü geçmesi beklenir. Dede Korkut hikâyelerinin birçok bölümünde; köpek, kurt, barak(çoban köpeği) ve tazılara değinilmiştir. Elbette bu kelimelerin geçmesi ve hikâyelerin bir parçası olması beklenen bir durumdur, benim peşinde olduğum ise İt-Barakları anımsatacak ve işaret edecek ifadeler olacaktır. Nitekim telmihli ifadelerde köpek figürü üzerinden İt-Baraklara işaret edildiği görülmektedir. Telmihli ifadeler, ima ve göndermeler üzerinden yola çıkarak İt-Barakların izini sürdüğüm kitap Sayın Mustafa S. Kaçalin’ in “Oğuzların Diliyle Dedem Korkudun Kitabı”10 adlı eseridir. Kaçalin, kitabında Dede Korkut hikâyeleri-

 9 Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi II, s.47-68 10 Mustafa S. Kaçalin, Oğuzların Diliyle Dedem Korkudun Kitabı, Kitapevi, İstanbul, 2006

  ni günümüz Türkçesine daha yakın bir biçimde, sözlük kullanmayı gerektirmeyen anlatım özelliği ile ele almış ve muğlak terim ve olaylara açıklık getirmiştir.

 Konumuz İt-Barak olduğundan karşılaştığım onlarca gönderme ve atıf içerisinden, İt-Barak kavmi mevzu üzerine birçok kaynakla karşılaştırmalı olarak değerlendirmeyi uygun buldum ve de bu yönde en çok benzeşen ve örtüşen söylemleri mevzu bahis edindim. İlk olarak; Dede Korkut hikâyelerinde İt Barakların izini sürdüğümüzde, belirli hikâyelerde Barak soyuna yapılan bazı ithaflarla karşılaşmaktayız. Dede Korkut‘un ilk hikâyelerinde Salur Kazan’ın evinin yağmalandığı hikâyede “kalın tüylü barakların” ve kurtların yurdunu helak ettiğini rüyasında görmüş ve bu it soyu çok güçlü ve zalimdir ibaresi geçmektedir.11 Oğuzname’de de İt Barakların zalim ve güçlü olduğu hususu anlatılmıştır. Sonrasında yurdunu harap eden Şökli Melik peşinden giderken düşmanın yerini hem bir boz kurda hem de kalın kara tüylü ulu barak köpeğine sormuştur. Her ne kadar “kurt” eserde çok daha fazla saygı duyulan bir kahraman olsa da, “barak” köpeği kaba tüylü siyah köpek te mevzu bahis olmuştur. Cevap vermeyen Köpeği kovalarken çobanı bulmuştur ki hatırlanacağı üzere Cesur Çoban sayesinde eşine ve yurduna kavuşmuştur. Dede Korkuttaki haliyle bu olay şöyle geçer: 

“Karanlık akşam olunca günü doğan, kar ile yağmur yağarken er gibi duran, 
Kazağuç (küheylan) atları kişneştiren, kızıl deve görünce bozlaştıran (inleştiren),
 Akça koyun gördüğünde kuyruk çarpıp (vurup) kampçılyan, 
Arkasına vurup berk (sağlam) ağılın ardını söken, 
Karmalayıp (yakalayıp) öğecin (tekenin) semizini alıp tutan, 
Kanlı kuyruk üzüp (koparıp) çap çap yutan, avazı (sesi) kaba köpeklere kavga salan,
 Çakmaklıca çobanları dünle (geceleyin) yüğürten (koşturan)
 Ordumun (yurdumun) haberini bilir misin? De bana,
 Kara (yalnız) başım kurban olsun sana, 
11 Kaçalin,Oğuzların Diliyle Dedem Korkudun Kitabı, s.30.

Karanlık akşam olunca vaf vaf üren,
 Acı ayran dökülünce çap çap içen,
 Gece gelen hırsızları korkutan,korkutarak şamatasıyla ürküten,
 Ordumun yurdumun soyu haberini bilir misin?
 Kara başım iyiliğimde yardım edeyim ulu köpek sana ” 12 Yine Dede Korkutun hikâyelerinden olan Salur Kazan’ın tutsak olup Uruz’un çıkardığı boyu hikâyesi en önemli atıflardan birine sahiptir. Burada işaret edilen millet, yaşadığı coğrafya ve Oğuz’un mağlubiyeti hepsi bir bütün olarak değinilir. Salur Kazan düşman eline giderken düşmanı şu şekilde anlatır: “Ardıç (kuzey) kırda yaykanır (çalkanır) umman denizinde, sarp yerlerde yapılmış kafir şehri, 
sağa sola çırpıntı verir yüzgeçleri (yüzücüleri) su dibinde takla döner bahrileri(ördekleri), Tanrı benim benim diye su dibinde (kenarında) çağrışır (ulur, bağırır) asileri
önünü koyup tersini okur(ters ilişki) kızı gelini, 
altı katla (yolda) Oğuz vardı, alamadı o kaleyi” 13 Ardıç (Kuzey) kırlarında ülkeleri olan (Batı Kuzey Orta Asya İt Barakların yaşadığı yer olarak atfedilir), Oğuz’un bile yenemediği, eşleriyle ters ilişki kuran mahlûklar”, bu da İt-Baraklar hususunda tek ve detaylı kaynak olan David Gordon White’ın kitabında “İt barakların eşlerin tüyle kaplanmış kokan vücutlarına karşın eşlerinin cinsel münasebete girmek istememesi üzerine onları ters ilişkiye zorladıkları” hususundaki betimlemesiyle örtüşür. Oğuz’un 17 sene Oğuznamelerde ele geçiremediği bu İtBarak ülkesi burada aynı şekilde hem coğrafik hem de kültürel şekilde ele alınıyor. Salur Kazan’nın bu dizelerde bahsettiği düşman tasviri ile hem Oğuznamelerdeki İt-Barak düşman tasviri birebir uymaktadır. 10. ve 11. yüzyılın gezgin ve tarihçileri Marco Polo ve Carpini’nin kuzey ve güney Asya gezilerindeki İt Baraklar hususundaki tasvirlere bakıldığında aynı betimlemeler 

12 Kaçalin, Oğuzların Diliyle Dedem Korkudun Kitabı, s.32-33. 13 Kaçalin, Oğuzların Diliyle Dedem Korkudun Kitabı, s.171.

  göze çarpar. İt Barak erkeklerinin bir araya gelerek bağırmaları, İt Barak kadınlarının erkeklerinden uzak durması ve insan suretinde olmaları bu eserlerde de anılmaktadır. Bununla birlikte Evliya Çelebi seyahatnamesinde Kırım bölgesi gezi seyrinde; yalçın kayaların ardında geceleri uluyan bir kavimden de bahseder. Reşiddiddin’in Oğuz yazmasındaki ifadelerden Kırım Bölgesi’nin kuzeyinin olası İt-Barak toplumunun yaşadığı yer olarak düşünülmüştü. Umman denizi ise Ebulgazi Bahadır Han’ın tasvir ettiği İt-Barak coğrafyasına yakın olmasıyla dikkatimizi çeker, bu hususta İt-Baraklar (Köpek Kafalılar) hususunda bazı tarihçilerin ise güneydoğu Asya’yı işaret ettiklerinden de bahsetmiştik.

 İt-Barakların yaşadıkları yer hususundaki işaret edilen coğrafya hususundaki değişkenlik burada da kendini tam anlamıyla göstermiş oluyor.

 Ama son tahlilde burada işaret edilen toplum, diğer doğrulayıcı tüm unsurlarıyla birlikte İt-Barak toplumundan başkası olamaz diye düşünüyorum.

 Yine Dede Korkudun hikâyelerinden olan Salur Kazan’ın tutsak olup Uruz’un çıkardığı boyu hikâyesinde ki en çok kayda değer atıfların yapıldığı bölümdür. Salur Kazan tutsak iken kâfirler ondan kendilerini övmelerini ister, o da bu teklifte bulunan kâfirlere seslenirken şu cümleleri dikkat çeker: 

“Ardıç Kırda (Kuzey Bozkırında) azılı kurt eniğinde (erkeğinde) bir köküm (hıncım) var,
 İt gibi gev gev eden (havlayan, uluyan) çirkin huslu (huylu), kücüçek domuz şölenli (çorbalı),
 bir torba saman döşekli, yarım kerpiç yastıklı,
yanma ağaç tanrılı köpeğim soyu kafir, 
Oğuz’u görürken seni övmeğim yok,
ondan öldürürsen mere kafir öldür beni,
 öldürmezsen, Kadir koyarsa öldüreyim, kâfir, seni.”14 
Yanma Ağaç Tanrılı söyleminin de önemi Oğuznamalerdeki geçen haliyle Oğuzların İt-Baraklara yenişemediği hikâyeden önce Oguz’un ağaç kavuğundan çıkan bir hanım birlikte olduğu

 14 Kaçalin, Oğuzların Diliyle Dedem Korkudun Kitabı, s.173. 

hususunu göz önünde bulundurmak gerekir diye düşünüyorum. Oğuzname de İt-Barakla yenişemeyen Oğuzların bir adacığa sığındığı ve sonrasında bu soydan bir kadınla birlikte olup doğan çocuğa “Kıpçak” adı verildiği yazar. Reşidüddin yazmasında ise bu ağaç kavuğunda doğum yapan kadın, Oğuz Han’ın İtBaraklarla vuruşan askerlerinden ölen (şehit olan) askerin eşi idi. İt Barakların daha önce mevzu bahis tarihçi ve yazarların tasvirlerinde ağaç kovuklarında yaşadıkları anlatılmaktadır. 

“Ağaç Tanrılı Köpek” ibaresi bize yine İt Barakları işaret etmektedir. Yine çeşitli eserlerde İt Barakların belli bir dine mensup olmadıkları; Oğuznamelerdeki haliyle Oğuz boylarına bağlandığı, batılı tarihçilere göre ise zamanla Hristiyan dinine geçtikleri ve pagan ve barbar yaşamlarından kurtuldukları hususu bulunur. 

Ebulgazi Bahadır Han’ın Oğuz yazmasında ise, İt-Baraklar tanrıya inanmaz olarak atfedilir. Oğuz Han İt-Baraklara galip geldikten sonra, Müslümanlığı kabul etmeyenleri kılıçtan geçirir. Bir de ele aldığımız bölümün ilk başında; azılı kurt eniğinde (erkeğinde) hıncım var ibaresi ile başlıyor. Hatırlayacağımız üzere Oğuzlar ile İt-Baraklar karşı karşıya geldiğinde İt-Barak erkekleri ile vuruşmuşlar hatta İt-Barak kadınları Oğuzlara yardım etmiştir. Bu noktaya dikkat etmekte fayda görüyorum. Oğuz Han’ın erkekleriyle İt-Barak kadınlarının kurduğu ittifak, zulme uğrayan İt-Barak kadınlarının bir yardım beklemesi olarak yorumlanabilir. 

“Barak” kelimesi Dede Korkut Hikâyelerinde özellikle “soylu köpek ya da çoban köpeği anlamında” geçmektedir.

 Buna somut bir örnek vermek gerekirse, Bay Büre Oğlu Bamsı Beyrek Hikâyesinde, Bamsı Beyrek, Banı Hatun’a ulaşmak için Fatma Hatun’a şöyle Kopuz eşliğinde seslenir: 

“Ant içeyim bu kez, boğaz (gebe) kısrağa bindiğim yok,
 Binince (bineceğine) karavata (kerihhaneye) vardığım yok,
 Evinizin (çadırınızın) ardı derecik değil miydi?
 İtinizin adı Barak (uzun tüylü) değil miydi? 
Senin adın kırk oynaşlı (dostlu) Boğazca Fatma değil miydi? 
Daha ayıbını açarım, belli bil!” 15 
Görüldüğü üzere “Barak” kelimesi hem köpek ismi hem de köpek cinsi olarak Dede Korkut hikâyelerinde geçmektedir. Oğuz yazmalarının devamı niteliğinde olan Dede Korkut hikâyelerinde Oğuz’un boylarının ismi geçmesi beklenir, Barak boyu da burada bahis olunur ancak “soylu köpeklere”, “kalın tüylü” köpeklere “barak” isminin takılması ilginç bir noktadır. Bu durum Oğuz’un yenemediği savaşçı İt-Barakların şanının bir yansıması olabilir mi? Ya da vücutlarına tutkalla zırh yapan İt-Baraklar “kalın tüylü” olarak burada karşımıza çıkmış olabilir mi? Her iki kullanımda önceki Oğuz hikâyelerinde geçen İt-Barakların genel tasvirinin bir yansıması olarak Dede Korkut kültürüne geçmiş olabilir.

 Nihayetinde; önemli noktalara değindiğim üzere beklenen olmuş ve Oğuznamedeki İt-Baraklar, kendisinin devamı niteliğindeki Dede Korkut yazmalarında da kendine yer bulmuştur. Türk diline ve tarihine mal olmuş, eşine rastlayacağımız şekilde benzersiz eserlerdeki mittik görünümlerin( İt-Baraklar) gerek Türk gerek yabancı Dil ve Tarihçilerce ele alınmayışı oldukça ilginç bir durum oluşturur. İt-Baraklar Oğuznamedeki haliyle müstakil ve özel olarak ele alınmamış ve karşılaştırmalı şekilde bir çalışma yapılmamıştır. 

Buna rağmen İt-Baraklar birçok tarihçi tarafından özel çalışma konusu olmasa da değinilmiş ve üzerine yorumlar yapılmıştır fakat Dede Korkut hikâyelerinde İt-Barak figürü kesinlikle çalışmayı bırakın değinilmemiştir bile. Yaptığım gerek kütüphane ve internet araştırmalarında, bu iki sözcük ve kavramın hiç yan yana gelmediğini fark ettim, bu durum beni hem literatüre yeni bir şeyler katmak adına heyecanlandırdı ama bir taraftan da el değmemiş bir konuda bir şeyler öne sürmek konusunda ise tek kaynağımın eser olması beni sınırlandırdı.

 Olumlu ve olumsuz şekilde birçok tezahürleri olan “köpek” kelimesi neyse ki Dede Korkut hikâyelerinde çeşitli anlam katmanları içerisinden sıyrılarak “barak” kelimesi ile ön plana çıka- 

15 Kaçalin, Oğuzların Diliyle Dedem Korkudun Kitabı, s.72.

  rak, beklediğimiz şekillerde anlam kazanmış ve değinilmiştir. “Arkıç kır”; burada kuzey tundrası olarak yine karşımıza çıkmış ve yine sert mevsimi, zorlu coğrafyası ile ulaşılmazlığı vurgulanmıştır. Eski çağdan bu yana ehlileştirilmemiş, imana gelmemiş, vahşi kuzey yine satırlarda yerini almıştır. Elbette bu kuzey coğrafyasının da hem hayvanları hem kahramanları hem de mitolojik görünümlerinin bu sertlikten nasibini almış olması gerekir. Orada yaşayan köpekse en vahşisi, insansa en barbarı olmalı ki kuzeyin çetinliğine yakışsın. Dede Korkut hikâyelerinde de teamül bozulmamış yine İt-Barakları kuzeye, yalçın dağların ardında konumlandırmış, başına buyruk, inançsız ve söz dinlemez olarak tanımlamıştır. Oğuz Han’ın mağlubiyeti de unutulmamış satır aralarına sıkıştırılmıştır. Kadınlarına sadece ilişkisel olarak bir atıf yapılmasına rağmen, İt-Barak kadınlarının mağduriyeti de ortaya konmuş ama bunun müsebbibi olarak erkekleri görülmüş ve onlardan hesap sorulmuştur. Hatırlanacağı üzerine, İt-Barak kadınları erkeklerinden mustarip bir şekilde Oğuz erkekleri ile bir ittifak kurmuşlardır. Bu mağduriyetin açılımı; zorlama, şiddet ya da erkeklerinden fiziksel özellikleri olabilir. Dede Korkut yazmalarında bu durum İt-Barak kadınlarının zorlandığı ve cinsel şiddet gördüğü olarak yorumlanabilir. Bu da yine Oğuznamedeki İt-Barak kadınlarının mağduriyeti ile örtüşür. Kısacası Korkut Dede; küçük atıf ve imalarla, Oğuz Han’ı ve onun eşsiz mirasının bir parçası olan İt-Barakları tekrar hatırlatmıştır. Oğuzların bu kültür mirası ziyadesiyle sonraki önemli kaynaklarda bir şekilde genişletilmiş ya da eksiltilmiş biçimde bir vücut bulmuştur ve bulacaktır. 

                                 Piri Reis ve Evliya Çelebi


 Piri Reis ve Evliya Çelebi; Türk Dünyası’nın biri denizde diğeri karada olmak üzere en kapsamlı çalışmaları üreten seyyahlarımız, gezginlerimizdir. Kati suretle Türk Dünyası’nda bahsi geçen isimler kadar değerli birçok üstat vardır ancak konumuz itibari ile bu bölümde Piri Reis ve Evliya Çelebi’nin kaleminden naklettiklerini değerlendireceğim. Bu çalışmaya başladığımda bu büyük isimlerin çalışmamda bir bölüm başlığı olacağını hiç düşünmemiştim. Ama yaptığım araştırmalar sonucunda, bu iki büyük üstadın da İt-Baraklar (Köpek Kafalılar) hususunda değinileri olduğunu saptadım.

 Piri Reis; Osmanlı Bahriyesi ve haritacılığın en büyük ismi, dolayısı ile 1513’te ortaya koyduğu Dünya haritası ile günümüzde dahi anılmaktadır. Piri Reis; Osmanlı donanmasında katıldığı deniz muharebelerini, korsanlarla mücadelelerini ve seyri sefer gezilerini Kitab-ı Bahriye16 adlı kitabında toplamış, bu eserle denizcilik tarihine ve coğrafyasına, Türk haritacılığına büyük katkı sağlamıştır. Fatih Sultan Mehmet (1432-1481) döneminde yükselen denizcilik alanında gelişmeler, torunu Kanuni Sultan Süleyman döneminde en parlak dönemini yaşayacak ve Akdeniz ve Karadeniz adeta bir Türk gölü halini alacak, Venedik ve Cenova’ya gözdağı verilecektir. Bölgenin hâkim gücü olan Türkler, deniz sahasında da bu etkinliğini sürdürmek isteyecektir. 

Türkler denizci bir millet değildir ancak denizin ne olduğunu bilen bir kültüre sahiptir. Bozkır dünyasında konargöçer bir hayat yaşayan Türkler; göl, ırmak veya deniz kenarlarında yaşamışlar dolayısı ile beraberinde bir deniz ya da su kültürü gelişmiştir. Ama genel bakıldığında göl ve ırmak kültürümüz daha ön plana çıkmaktadır. Yayılımcı politikasıyla Dünya Devleti kuran Türkler, denizciliği sonradan ithal etmiştir. Bir başka deyişle; Türk denizciliği ve Türk haritacılığı hususunda önemli eserler ortaya koymuş Svat Sooucek’in sözleriyle: “Rekabet artık denize sıçramıştı ve Osmanlı bu hususta elinden geleni yapacaktı”17 Seferlerini deniz üzerinde çokça yapmasına rağmen, hem coğrafi olarak hem de yaşam anlayışı olarak denizler, göller ve hatta okyanuslar aşılmış ama genelinde savaşlarımız hep karada tecelli etmiştir. Nitekim Barbaros Hayrettin dönemindeki üstün deniz hâkimiyetimiz ve Piri Reis dönemindeki Türk Deniz haritacılığı ve seyyahlığı, Türk tarihinin en büyük başarıları olarak kabul görür. Bu noktada anlatmaya çalıştığım husus, denizcilik kültü-

 16 Piri Reis, Kitab-ı Bahriye, T.T.K Yayınları, 1935, İstanbul 17 Svat Soucek, Piri Reis ve Kolomb sonrası Türk Haritacılığı, Boyut Yayıncılık, 2013, İstanbul, s.10 
 rünün Türklerde sonradan gelişmiş bir kavram olduğudur. Elbette bu Türklerin yaşam kültürüne, yaşadığı coğrafya ile bağlantılıdır.
 Günümüzde bile üç tarafı denizlerle kaplı bir bölgede yaşamamıza rağmen, bunun nimetlerinden etkili bir şekilde faydalandığımız veya bu doğal hediyeyi layıkıyla kullandığımız söylenemez.

 XV. asırda bilhassa İstanbul’un fethinden sonra, Osmanlı devleti bir imparatorluk olmuştur. Bu devlet Karadeniz ve Akdeniz’de hâkimiyetini temin için, deniz kuvvetlerine sahip olması icap ediyordu. Buna malik olan Osmanlı Türkleri bilhassa Akdeniz hâkimiyetini elde etmek için Venedik ve Cenevizlerle ve de bunların çok defa müttefiki olmuş Senjan (Saint Jean) şövalyeleriyle ve İspanyollarla mücadele etmişlerdir. Nihayet XVI. Asırda Viyana’ya kadar Avrupa’yı, doğu ve kuzeyde Kafkasya, İran ve Irak’ı, Suriye, Mısır ve Cezayir ile Hicaz ve Yemen’i fethetmeleri neticesinde birçok denizlerle alaka peyda etmişlerdi. Türk donanması, Türk bayrağını Kızıldeniz, Basra ve umman denizleriyle Hindistan sahillerinde dalgalandırmayı başarmıştı. Piri Reis (Muhiddin Piri) XV. Asrın sonunda ve XVI. Asırda, Türk donanmasını zaferden zafere götüren büyük Türk amirallerinden biridir.

 Muhiddin Piri 14 yıl amcası Kemal Reis’in gemisinde devlet hizmeti yaparken, bir taraftan deniz muharebe tecrübesi ediniyor, bir taraftan korsanlarla mücadele ediyor ama en önemlisi her gittiği yeri koordinatları ile kayıt altına alıyor ve coğrafi tasvirler yapıyor ve küçük haritalara yansıyordu. Beraber sefere çıktığı devlet adamları kendisinden bu yazdıklarını temize çekmesini istemiş, Muhiddin Piri, Kitab-ı Bahriye adlı eserinde bu durumun izahını şu şekilde yapmıştır.18 

“Dillerün cümlesin Ruşen kılasın, Düzesin bu kitabı hut camii, 
Ve hem iş bu kitap gayet gerektirir, Tashih edüp getür kılma bahane 

18 Afet İnan, Piri Reis’in Amerika Haritası (1513), T.T.K, 1954, Ankara, s.14-17 

 Bu kula eyle virdi çünkü ferman, çi ger evvel yapıştım bu makale,
 Anunla ta kıyamet anılasın, bula çok fayda kim olsa sami, 
Hazeyinde bulunmak gerekir, Ki teslim edevüz şah-ı cihane
 Hemendem ciddü cehtettim begayet, Bihamdullah kim ir gördük murada,
 Umarım ben dahi işbu kitabı, Yazup şerh eyledim bulam sevabı”

 Görüleceği üzere Piri Reis denizde yaşadığı tüm olayları, yaşadıklarını, gördüklerini duyduklarını kitabında kaydetmiştir. Sonrasında ise gittiği yerlerin küçük haritalarını koordinatlarını belirleyerek hazırlamış, kendisinden daha önceki gezginlerin de harita ve eserlerinden faydalanarak, 1513’te Amerika’yı da haritasına katarak Dünya haritasını tamamlayacaktır. İstanbul’un Ayasofya kütüphanesinde saklanan eseri sonradan bilhassa günümüzde hak ettiği değeri görecektir.

 Bu eseri günümüz teknolojik gelişmelerle elde edilen sıfıra yakın Dünya haritası ile oldukça örtüşmekte, bu da Piri Reis’in ilmini ne kadar ilerlediğini göstermektedir. Üstadın bu eserinde İt-Baraklar (Köpek Kafalılar) 1513 yılı ile sunulmuş haritada resmedilmiş ve resmedildiği bölge hakkında ve orada yaşayan topluluk hakkında Kitab-ı Bahriye adlı eserinde bilgiler verilmiştir. İşte bu noktada, Piri Reis verdiği bilgiler ile bizi aydınlatmaktadır. İt-Baraklar hususunda ele aldığı kısmı hem kendi gördüklerinden hem de diğer denizci seyyahlardan duyduğu kadarıyla günümüzde “Antiller” olarak anılan “Küba”, “Dominik Cumhuriyeti”, “Haiti” ve “Jamaika” kıyılarıdır ve Piri Reis tarafından bize şu şekilde aktarılmaktadır.

 “İş bu kenarlara Antilya kıyıları derler. Arap tarihinin 896 (Hicri) yılında bulunmuştur. Amma şöyle rivayet ederler kim Cineviz’den bir kafir adına Kolombo derler imiş, bu yerleri o bulmuştur. Mesela mezbur Kolombonun eline bir kitap girmiş ki; Mağrip Denizi’nin batı tarafında kenarlar ve cezireler ve türlü türlü madenler ve dahi cevahir dağı vardır deyu bu kitapta bulur. Mezbur kitabi tamam mütalea ederek Ceneviz ulularına bu kaziyeleri bir bir şerh edip eydür: gelin, bana iki pare gemi verin,varayım, ol yerleri bulayım, der. Bunlar eydürler: ey epter, mağrip deryasının nihayeti payanı ve hatti mi bulunur? Buharı zulmetle doludur derler. Mezbur kolombo görür ki Cenevizlilerden çare yok, sürer, İspanya beyine varır, hikayeti bir bir arz eder. Ver hasıl bunlara kolombo haylı ibram eder. Ahir İspanya beyi iki gemi verip bunun muhkem yarağın görüp eydur: Ey kolombo eğer senin dediğin gibi olursa, seni ol diyara kapudan ideyim, deyip mezbur kolomboyu mağribe gönderdi. Muhiddin Reis’in merhum amcası gazi kemalin bu bölge hakkında rivayet ettiği hikaye vardı: evvel Septe Boğazına vardık, dahi ordan günbatısı lodusunun ikisinin ortasına dört bin mil yürüdükten sonra karşımızda ada gördük; ama gittikçe deryanın mevci köpüklenmez olmuş, yani deniz sakin olup düzelmiş ve şimal yıldızı dahi – bahriler pusulalarında gene yıldız derler- ol yıldız gide gide dolunmuş görünmez olmuş ve dahi eydür ki: bu tertipçe yıldızlar ol diyarda görünmez. Andan evvel karşıda gördükleri adaya demir korlar, ol adanın halkı gelir, bunlara ok vurur, komazlar ki dışarı çıkıp haber soralar. Erkeği ve dişisi el okun atarlarmış. O okun demreni balık süğüğünden; ve cümlesi üryan yürürlermiş. Ve hem gayet… Görürler ki adaya çıkarmazlar, adanın öte yüzüne geçmişler, bir sandal görürler; bunları görünce sandal kaçıp karaya dökülürler. Bunlar sandalı almaya varırlar, görürler ki içinde adam eti var. Meğer bunlar bu tayfa imiş ki adadan adaya çıkıp adam şikar edip yerler imiş. Mezbur kolombo da bir ada dahi görüp ana varırlar, görürler kim ol adada ulu yılanalar var. Ol yere çıkmadan hazer edip bir gayri adaya daha varırlar. Demir korlar, on yedi gün onda yatarlar. Bu adanın halkı görürler ki kendilerine bu gemiden ziyan yok, varırlar, balık avlayıp filkasiyle bunlara getirirler. Bunlar da hoş görüp anlara sırça boncuk verirler. Meğer kim sırça boncuk ol diyarda muteber idiyin kitapta bulmuş imiş. Anlar boncuğu görüp daha ziyade balık getirirler. Bunlar daim onlara sırça boncuk verirler. Bir gün bir avretin kolunda altın görürler, altın alıp boncuk verirler. Bunlar eydür: varın dahi altın getirin, size dahi ziyade boncuk verelim, derler. Anlar varıp dahi vafir altın getirirler. Meğer bunların dağlarında altın madeni varmış. Bir gün dahi birinin elinde inci görürler. İnciyi alıp boncuk verirler. Bunlar görürler ki boncuk verirler dahi vafir inci getirirler. İnci bu adanın kenarında bir iki kulaç yerde bulunurmuş ve dahi ol diyardan vafir bakkam ağacını yükledip mezkûr halktan ikisini alıp ol yıl içinde İspanya beyine getiriler. Ama mezkûr Kolombo ol kişilerin dilin bilmeyip işaretlerle alışveriş ederlermiş. Ve bu seferden sonra İspanya beyi papaz ve arpa gönderip ekim biçim öğretip kendi tarikine koymuş; bunların bir veçle mezhepleri yoğmuş, hayvan gibi üryan yürüyüp anda yatarlarmış. Piri Reis bunların ahalisi hakkında da tafsilat vererek, onların yassı yüzlü ve gözlerinin arası bir karış iri ve hatta korkunç kıllı mahlûklar olarak tasvir etmektedir. Bunları rivayet olarak nakleder.19 

Piri Reis burada zikredilen bu olayı iki kişiden nakleder; birincisi kendi kitabında da kendisinden yardım gördüğünü söylediği C.Kolomb diğeri ise amcası Kemal Reis’in bir keresinde engin deniz deryasında kaybolduğu sırada gördüğü adadan naklettiği kısımdır. Burada anlatılanlar, Piri Reis’in haritasında köpek kafalı insanlar olduğundan bu anlatılan hikâyenin üzerinde durmakta fayda görüyorum ki bunu karşılaştırmalı olarak yaparsam daha iyi bir zeminde analiz edebiliriz. Burada madde madde benzerlikleri ortaya koymak istiyorum:

 -Öncelikle; bu adada ya da kıyıda yaşayan halkın vahşiliğinden bahsediliyor ve ilk karşılaşmada oklarla saldırdıkları söyleniyor. Karşımızda savaşçı ve vahşi bir millet duruyor ki bu Oğuznamedeki İt-Barak tasviri ile birebir örtüşür.

 -Bir taraftan bu vahşi millet karşı duruyor ama bir şekilde Portekiz ya da İspanyollar ile anlaşmayı başarıyorlar. Bu da Oğuznamedeki İt-Baraklarda olduğu gibi iletişime açık millet olduklarını göstermektedir. Bu diğer faydalandığımız kaynaklardaki Köpek Kafalılar( Cynocephaly) ile de aynı tasvirdedir. 

-İlk tasvirlerde gözümüze çarpan bu topluluğun çıplak dolaştığıdır ki bu durum da Oğuznamede aynı bu şekilde yer almaktadır.

 19 Afet İnan, Piri Reis’in Amerika Haritası (1513), s.34-38 

 İt Barakların çıplak oldukları tasviri Toğan’ın tercümesinde geçmektedir.
 - Kafaları basık, iri, kıllı ve güçlü mahlûkatlar olarak bu eserde anılan topluluk, Oğuzname ve diğer kaynaklardaki tasvirlerle aynı sıfatları kullanırlar. Bilhassa “kıllı” sıfatı anlam katmanları içerisinde “Kıl-Barak” sözcüğü ile Ebulgazi Bahadır Han’ın Oğuz yazmasını hatırlatır.
 - Yine Piri Reis’in naklettiği toplulukta, kadınlar ile temasa geçilmiş, değerli mücevherat takası ile kadınlarla iş birliği yapılmıştır. Bu iş birliği, Oğuznamedeki İt-Barak kadınları ile Oğuz Han’ın askerlerinin münasebetini akla getirmektedir. 
- Herhangi bir dini inanca sahip olmadıkları tezahürü burada karşımıza aynı Türk yazmalarında olduğu gibi anlatılmaktadır. Nakledilen hikâyenin sonunda, İspanya Beyi’nin bir papaz ile tarımı ve dini kişiliği ile onları kendi inanç sistemlerine katma olgusu, Oğuz Han’ın İt-Barakları kendi yasasına ve töresine katması ile örtüşmektedir.
 -Hikâyede anlatılan bu topluluğun insan eti yediği hususu ise, Türk kaynaklarında olmasa da diğer yabancı kaynaklarda Köpek Kafalılar için zikredilen bir durumdur. Öte yandan bu topluluğun yaşadığı iddia edilen bölge Hint Okyanusu kıyılarıdır bu Ebulgazi Bahadır Han’ın İt-Barakların ülkesi hakkında işaret ettiği coğrafya ile bire bir örtüşür ve çalışmanın ilerleyen kısımlarında değineceğimiz Güneydoğu Asya kaynaklarının da bu husustaki ortak önermesidir.
 Açık bir şekilde benzerlikleri ortaya koyduğumuz Piri Reis anlatısı, gerek Oğuznamedeki İt-Baraklar gerek diğer kaynaklarda mevzu bahis edilen Köpek-Kafalılar ile büyük benzerlikler göstermektedir. Bu hususta; özellikle Piri Reis’in çalışmalarına ve haritacılık ilmine hayatını adamış, Svat Soucek’in kitabındaki bu konuyla ilgili görüşlerini içeren ve de netleştiren bir bölümü aktarmak isterim.

 “Piri Reis’in daha önce listelediği yedi denizin; altısıyla sembolize edilen denizler ve kara parçaları anlamına gelen dünyanın ana bölgelerinin tanımlarına adanmıştır. Bunlar Çin ve Doğu Hint Adaları’nı simgeleyen Çin Denizi, Hint Okyanusunu simgeleyen Hint Denizi, Basra Körfezini sembolize eden Umman Denizi, Doğu Afrika kıyılarını ve adalarını sembolize eden Zenc Denizi(Siyahların Denizi) ve Kolomb ve yeni keşfedilen Antiller ’deki bazı ilgi çekici şeylerin hikâyesinin anlatıldığı Atlas Okyanusu’nu simgeleyen Batı Denizidir. Metnin görünürde dengelenmiş ve kavranabilir yapısı içeriğin muntazamsızlığı nedeniyle bir ölçüde bozulmaktadır. Bu, yazarın niyetinden çok kaynakların çeşitliliğine dayandırılabilir. Çin ve Doğu Hint adalarından bahsettiği bölümde anekdot şeklinde herhangi bir bilgi ve ad yoktur. Doğu Hint adaları açıklamasında Köpek Kafalı insanlar gibi yarı insan yarı hayvan hakkında bilgiler bulunur. Bunlar antik çağların Cynocephali’leridir (Köpek Başlılar); Avrupalı Orta çağ Mappamonlarında yeniden görülmüştür.

”20 Aktardığım bu bölümde Soucek; Piri Reis’in Dünya haritasındaki tüm simgelere açıklama getirmiş, Köpek Kafalı insanların resmedildiği bölüm için kendi tasarruflarını ortaya koymuştur. Naklettiğim bölümden de anlaşılacağı üzere Soucek, Köpek Kafalıları antik çağların bir görünümü olarak tanımlamıştır ve bu görünümlerin resmedilişinin Piri Reis sonrasında çizilen bazı haritalarda da görüntülendiğinden bahsetmiştir. 

Piri Reis’in kendisinin de kitabında21 belirttiği üzere hem çağdaşlarının eserlerinden hem de önceki eserlerden faydalandığı ortadadır. 13. Yüzyılın sonlarına doğru Kubilay Han’ın gözüne girip, kendisinin himayesinde Çin ve Hindistan’a yaptığı geziler yapan Marco Polo, Büyük Han olarak tasvir ettiği Kubilay’ın o bölgedeki hâkim olduğu bölgelerde dolaşmış ve de Köpek kafalı bir halktan bahsetmiştir. Kolomb’un Marco Polo’nun eserinden faydalandığını biliyoruz. Birbiri ile bağlantılı olarak aktarılan bahisler olarak Köpek Kafalıların aktarıldığını düşünmek, bilhassa o dönem için oldukça zor olmalıdır ki Polo bu gördüğünü iddia ettiği halktan bahsederken sadece birkaç cümleden ibaret bir değinimde bulunur. Kolomb ise Köpek Kafalılar’ın bahsini bile açmamıştır.

20 Svat Soucek, Piri Reis ve Kolomb sonrası Türk Haritacılığı, Boyut Yayıncılık, 2013, İstanbul, s.118 21 Piri Reis, Kitab-ı Bahriye, T.T.K Yayınları, 1935, İstanbul

  Bu noktada Piri Reis!in bahis ettiği halk çok daha uzun bir şekilde tasvir edilmiştir. Bu bağlamda, Piri Reis XVI. Yüzyılın başında ortaya koyduğu şaheserinde büyük ölçüde kendi tecrübe ettiği ilmi yansıtmış, kendisinden önce hiçbir kimsenin muktedir olamadığı ve son teknolojiyle çalışan günümüz harita bilimcilerin dahi imrendiği bir eser ortaya koymuştur. Kadim Türk tarihi ve ilminin tüm Dünya’ya ışık tuttuğu bu eseri ortaya koyarken Piri Reis’in büyük ve kapsamlı bir çalışma yaptığı ve işaret ettiği coğrafyalar ve kavramlar üzerinde ehemmiyet gösterdiği bir gerçektir. Böylesi Dünya’ya mal olmuş bir eseri ortaya koyarken Piri Reis’in kati ve ciddi verilerle çalıştığını görmekteyiz. İt-Barakların ya da Köpek Kafalıların, Piri Reis tarafından hem kitabında hem de ortaya koyduğu Dünya haritasında ortaya koyulması ve resmedilmesi bir tesadüf olarak tanımlanamaz. Eski ve ilk çağın mittik görünümleri şeklinde tezahür edilen İt-Barak halkı, ortaçağda da birçok eserde işaret edilmiştir. Dünya tarihine, coğrafyasına ve ilmine yön veren değerli kalemlerin eserlerinde İt-Barakların ve Köpek Kafalıların bir şekilde karşımıza çıkması üzerine düşünülmesi gereken bir husustur. Bu durumun; sadece bir hikâyenin, üstatlar tarafından nesiller ve milletler boyunca nakledildiği şeklinde yorumlamak pek basit bir düsturun önermesi olacaktır. 

Evliya Çelebi (1611-1682), XVII. yüzyılın ünlü Osmanlı seyyahıdır. Piri Reis’in denizden kat ettiği yolları Çelebi karadan kat etmiş, birçok vilayet ve bölgeye geziler yapmış, Osmanlı dönemindeki bazı savaşlara tanık olmuş ve kendisi de bizzat içinde bulunuş, Seyahatnamesinde de belirttiği üzere gezileri esnasında birçok kez ölümle yüz yüze gelmiştir. Osmanlı’nın saray evkafı ile ticaret yapan varlıklı bir ailenin çocuğu olarak anlatılan Evliya Çelebi, iyi bir eğitim almış, Sultan IV. Murad döneminde sarayda da bulunmuş fakat gezi sevdası onu saraydan alıkoyarak Osmanlı’nın topraklarını gezip görmeye ve de yaşadıklarını anlatmaya itmiştir. Hayatının son demlerinde bile içinde seyahat aşkı bulunduran Evliya Çelebi, her fırsattan istifade ederek gezmekten bıkmamış ve usanmamıştır. 

Türk tarihinin Osmanlı dönemi, zengin yazılı kaynaklara sahip olmakla birlikte, dünya tarihinde daima önemli birer kaynak ola gelmiş seyahatname türü kitaplar açısından zengin değildir. Bundan dolayı XVII. asrın yegâne Türk seyyahı sayılan Evliya Çelebi’nin Seyahatname ’si, diğer kaynaklar arasında ayrı bir özellik ve kıymet taşımaktadır. XIX. Yüzyıla kadar hiçbir bibliyografik esere girmemiş olan Seyahatname ne yazık ki taşıdığı değere ancak 20. Yüzyılda basımının gerçekleşmesi ile kavuşmuştur. Özellikle ilk altı cilt, Osmanlı devletinde sıkı sansürün uygulandığı döneme tesadüf ettiğinden, eserden pek çok parçaların çıkarıldığı, metne müdahale edildiği ve eserin aslından hayli şey kaybettiği bilinmektedir. Birçok dile tercüme edilmiş ve birçok akademik çalışmaya kaynaklık etmiş Seyahatname, Türkiye’de olduğu kadar dünyada da kullanılmıştır. Bu eser Türk ve Dünya tarihi açısından önemli bir kaynak olarak kabul görmektedir.22 Seyahatname, Evliya Çelebi tarafından 17. yüzyılda yazılmış olan çok ünlü bir gezi kitabıdır. 10 ciltten oluşur. Gerçekçi bir gözle izlenen olaylar, yalın ve duru, zaman zaman da fantastik bir anlatım içinde, halkın anlayacağı şekilde yazılmış, yine halkın anlayacağı şekilde deyimler çokça kullanılmıştır. Halk etimolojisi de bolca görülür. Evliya Çelebi, Seyahatnamesinde gezip gördüğü yerleri kendi üslûbu ile anlatmaktadır. Evliya Çelebi'nin 10 ciltlik Seyahatnamesi, bütün görmüş ve gezmiş olduğu memleketler hakkında oldukça önemli bilgiler içermektedir. Eser bu yönden Türk kültür tarihi, sosyolojisi, gezi ve edebiyat ilimleri açısından da önemli bir yere sahip olmuştur.23 Çelebi’nin yarım asırlık gezi tecrübelerinin getirileri hem Türk Dünyası hem de o dönemde Osmanlı toprağında yaşayan diğer milletler için oldukça önem arz eder. Günümüze çevrilmiş

 22 Z. Kurşun, S.A. Kahraman, Y. Dağlı, Evliya Çelebi Seyahatnamesi, “Topkapı Sarayı Bağdat 304 Yazmasının Transkripsiyonu-Dizini”, Yapı Kredi Yayınları, 1999, 2. Kitap 2. Cilt, s. 7 23 Fatih Kemik, Evliya Çelebi Seyahatnamesindeki Halk Etimolojisi Örnekleri Üzerine, Uluslararası Evliya Çelebi ve Seyahatname Sempozyumu, Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı Merkezi, 2008 


 haliyle yaklaşık 5 bin sayfalık dev bir gezi günlüğü oluşturan Çelebi, gittiği yerlerde aktif bir şekilde halkın içine karışmış; yaşam tarzlarını, dil aksanlarını, inançlarını, soylarını, ticaretlerini ve hatta ne giyinip ne yediklerine kadar detaylı bir şekilde anlatmıştır. Gidemediği ya da ulaşamadığı yerler hususunda ise yakın çevrelerden işittiği ve duyduğu kadarıyla oralar hakkında da münazaalarda bulunmuştur. 400 yıl önce yazdıkları, ilk yazıldığı haliyle günümüze kadar korunmuştur.

 Yarım asırlık bir tecrübe ile ortaya konmuş, Osmanlı topraklarının neredeyse tamamına ayak basmış, onları görmüş, dinlemiş ve aktarmış bir üstadın eserinde İt-Baraklar ya da Köpek Kafalıların izini sürmek abese iştigal bir durum olmasa gerek. Evliya Çelebi’nin günümüze uyarlanmış 10 ciltlik eserini incelediğimde, İt-Barak ya da Köpek Kafalıların izlerine birkaç yerde rastladım. Ama tasvir edilenler ve işaret edilenler çok değişken bir yapıda anlatıldığından, Çelebi’nin ima ettiklerinden çok direk olarak İt-Barakları anlattığını düşündüğüm kısma yoğunlaştım. Ve fark ettim ki; Çelebi soylarını Oğuzlara dayandırdığı, köpek lisanı konuşan kuzey doğulu bir halktan bahseder.
 “Menzil-i nahiye-i Mahmud-abad: Bir sahra-yı azim içre iki yiiz pare ma'mur [u] abadan ve hıyaban içre kend-i ravza-i rıdvanlardır kim bin deve yükü ibrişim hasıl olur, derler. Her kendi birer şehr-i azime manend kasabalardır. Cami' ve hammamları ve esvak-ı şahileri vardır. Re'aya ve berayaları ciimle Ermeni ve Gokdolag ve Terekeme ve Mogol ve Bogol ve Kumuk ta'ifeleridir. Bir kavmine it-til derler.

 Ahval-i kabayil-i it-til: Lisan-ı Mogolide it-til demek kopek lisanı demekdir. Ya'ni ceng mahallinde bir gune av'av ve va'va' eder kelb-i akur kavm-i lecucdur. Mesela Mardin kal 'ası kurbunda Melek Ahmed Paşa efendimizle kırdığımız Sincar dagmdaki Saçlı Kürdü gibi yigirmi bin mikdarı kavm-i na-pak ve Hakdan bi-bak bed-mezheb ve bed-meşreb ve cife-har ve harsüvar-ı bi-din, murdar kavmdirler, amma su'al eylesen "Hazret-i Hamza neslindeniz" derler. Savm u salat ve hacc [u] zekât vermezler ve eda-yı ala ma-farazallah nedir bilmezler. Bir avreti yedi sekiz kişi alup tezvic ederler. Ol nisvan-ı sahib-i ussandan Emre Erzincanlı 73 bir şaki veled-i zinası hasıl olsa yedi sekiz babası bir yire cem' olup haramzadesinin eline sahib-i zina validesi bir elma verüp oğlan elmayı kankı zaniye verirse babası oldur, deyii hükm edüp ba'dehu avret anın hükmünde olup kimesne müdahale edemez ve Acem diyarında mum söndürürler, deyü meşhur olan bu kavm-i habisin içindedir. Yohsa gayrı diyarda görmedik ve istima’ etmedik. Amma her diyarda teberrüken şah pabucundan su içmeleri mukarrerdir kim şahlarına ve hanlarına gayet muti’ kavmlerdir. 

Evsaf-ı kavm-i kabile-i Kaytak: Ve bu diyarda Kaytak kavmi derler, yigirmi bin kadar kavmdir kim Dagıstan hududundadır. Ba 'zı zaman Aras şehrine ve ba 'zı zaman Şeki şehrine gelüp bazarlık ederler. Bir acıbül-heykel, dabbetül-arz­ misal kazan başlı ve tobra taçlı ve iki parmak enli kaşlı ve omuzlarında birer adem karar edecek kadar vasi' ketefli ve sinesi vasi' ve beli ince ve uylukları semin ve tabanları yassı ve gozleri müdevver ve ahmerü'l-levn vech-i münevver kişilerdir. Amma Şafi'iyyü'lmezheb geçinirler cüssedar ademlerdir. Kaçan Aras ve Şeki kal'ası bazarlarına gelseler cümlesi piyade sahraya inüp Şeki arabalarına süvar olurlar. Zira lahm u şahm sahibi olduklarından anları at ve katır götürmeğe tahammül edemediklerinden arabalara ve mefret camuslara eğer urup camuslara süvar olup başlannda hammam kubbesi kadar destarlarıyla Kırım kadısı gibi şavarıp-tıraş ve zekan-dıraz olup iki canibine muhteşemane selam vererek ubur etdiklerinde guya bir sürü kavm-i Deccal ubur eder. Bir acib ve garib acebe-lika Oğuz ta'ifelerdir. Ciimle Gilan ve Şirvan ve Şamaiki halkının masharalandır. Gayet Oğuz kavmdir.” 24

 Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesinden naklettiğim bu bölümün öncesi ve sonrasını okuduğumda, Çelebi’nin bugünkü Kırım ile Ermenistan taraflarında bir yerde bu anlatıyı yaptığı ortaya çıkmaktadır. Ayrı bir sözlük çalışması ile tercüme ve tahlilini yaptığım bu bölümde İt-Barak halkının izlerini bulmak müm-
 24 Z. Kurşun, S.A. Kahraman, Y. Dağlı, Evliya Çelebi Seyahatnamesi, s. 146

  kündür. İşi kolaylamak adına yine yaptığım tahlili maddeleştirerek sunmak isterim.

 -Evliya Çelebi; İt-til kavmini anlatırken, bu kavmin ehlileşmemiş, herhangi bir inanca veya mezhebine mensup olmayan bir kavim olduğunu anlatır. Burada, Oğuznamedeki İt-Baraklarla batı ilminin Köpek Kafalılar kavminin ortak tezahürü ile karşılaşırız. İnanç sistemi dışında bu kavmin herhangi bir vergiyi kabul etmedikleri vurgulanır ki bu durum Oğuznamedeki durum ile aynıdır. Oğuz Han elçilerini yollayarak İt-Barakları iline katmak ve vergiye bağlamak istemiş ama bu İt-Baraklarca kabul görmemiştir.

 -Çelebi yine İt-til kavmini anlatırken, birçok erkeğin kadınlara tecavüzde bulunduğunu ve aile kavramlarının olmadığından bahseder. İlerleyen bölümlerde erkeklerinin biçimsizliğine ve tuhaf fiziksel özelliklerine değinir.

 Bu noktalarda yine Oğuzname’de anlatılan İt-Barak erkeklerinin fiziksel olarak çirkinliğine ve kabalığına, kadınlarının da bu durumdan mustarip olmasına bir atıf görmekteyiz.

 -Köpek lisanı ile konuştuklarını aktaran Evliya Çelebi, Seyahatnamesi’nde bu bölümün sonuna bir tablo eklemiş ve bu kavmin lisanının belli başlı kelimelerini ve karşılıklarını vermiştir. Kuzeydoğu ’da yaşadığı aktarılan bu kavmin köpek lisanı ile konuşması ilginçtir. Asya kıtasına yaptıkları gezilerde hem Marco Polo hem de Carpini, karşılaştıkları Köpek Başlılar kavminin kendilerine ait dilleri olduğunu aktarmaktadırlar.

 -Evliya Çelebi; İt-il kavmi soyundan olduğunu belirttiği Kaytak kavmini tasvir ederken, “basık kafalı”, “Dabbetül Arz” ve “Deccal görünümünde”, “garip çehreli” gibi sıfatlar kullanmıştır. Dabbetül Arz ve Deccal kelimelerinin anlamlarına baktığımızda “kötü”, “çirkin”, “tuhaf yaratık” ve “kötü huylu hayvan görünümlü insan” karşılıkları vardır ve de görsel olarak değişik hayvanların kafalarına sahip ama insan vücudunda resmedilmiştir. Bu noktada Oğuz yazmalarındaki İt-Barak ve diğer anlatılardaki Köpek Kafalılar tasviri ile büyük ölçüde örtüşmektedir. 

- Son olarak Çelebi; görünüşlerini ve yaşam tarzlarını garipsediği bu kavim için; “İlginçtir, tuhaftır ve gariptir ama gayet Oğuz halkındandır” diyerek Oğuz kavimlerinde daha önce muhtemelen rastlamadığı durumu arz etmiştir. Çelebi’nin durumu bu şekilde nakletmesinin karşılığı da; Oğuzname’de geçen “Karanlık ülkelerde yaşayan, fiziksel özellikleri ile ötekileştirilen, sonrasında Oğuz Han’ın iline ve yasasına(töresine) kattığı İt Barak halkını” aklımıza getirir. Evliya Çelebi’nin tasvirini yaptığı bölgenin günümüz coğrafyasındaki tam olarak yerini bilmesek te Kırım Han’ından bahsetmesi, önceki işaret edilen coğrafyaların da ortak bölgesidir. Muğlak olarak kalsa da bu bölgelere yakın bir bölgenin tasvir edildiği kesindir. Bu da bize İt Barakların yaşadığı yer hususunda daha geçerli bir fikir beyan etmektedir. 

Maddeleştirerek, karşılaştırmalı olarak ele aldığım Evliya Çelebi’nin aktardığı “İt-İl” ve “Kaytak” kavimleri, izini sürüp peşine düştüğüm İt-Barakları bu anlatısında karşımıza çıkarmaktadır. Türk Dünyası’nın önemli eserlerinde olduğu gibi Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’nde İt-Baraklar ya da Köpek Kafalılar ile karşılaşmam, muhayyel ya da mücerret olarak yaşamış olarak addettiğimiz bu kavmin varlığı hususunda bize yine yeni bir sağlama ve önerme sunmuştur. Eski çağlardan günümüze kadar bahsi geçen bu topluluğun(İt-Baraklar) çağlar atlayarak günümüze kadar yansımaları; basit, uydurulmuş, sanrılar yoluyla kerhen ortaya konmuş bir millet olmadığının da bir göstergesi olarak kabul edilebilir. Daha önce de belirttiğim üzere; destanlarda, efsanelerde ve mitolojilerde, sosyal bilimin bir gereği olarak kati ve mutlak gerçekler aramak yanlış bir yöntem olacaktır. Bu noktada yaptığım, ileri sürdüğüm savın doğrultusunda, çeşitli kişiler tarafından kaleme alınmış anlatılardaki bulguların ışığında, genel bir yargıya ulaşmak çabasıdır.

                               Sözlü Kaynaklardaki Değinimler


 Dünyada birçok milletler ayrı ayrı devletler kurmuşlar ve ayrı devletlere sahip olmuşlardı. Bazı kavimler ise tarih boyunca ancak bir devlet kurabilmişlerdi. Kurulan bu tek devletin tarihi yazılabilmişti; fakat o milletin kalbine ve ananesine devlet kurma ve idare etme mefhumu bir türlü girememişti. Orta Asya, Çin ve Roma gibi büyük devlet ve kavimlerde ise devlet fikri, ilk oluşunu ve şeklini aile inanış ve kuruluşlarından gelişmişlerdi. Bu sebeple bir devlet yıkılsa bile, ailenin ve kişilerin iliklerine kadar işlemiş olan bu köklü anane ile yeni bir devletin kuruluşu olağan bir iş haline gelmişti. "Dünya Devleti" düşüncesi ve bu düşüncenin gerçekleştirilmesi, Dünya Tarihinde ancak bir kaç millete nasip olmuştur. Bu tür devlet düşüncesi, Türklerin devlet anlayışının kökünde ve mayasında vardı. Bu anlayış çok eski çağlarda doğmuş ve din düşüncesinin içinde yer almıştı. Sonra da bu düşünce, bir mitoloji olarak Türkler tarafından anlatılmış ve onları gütmüştür. Bu, aile düşüncesinin ve düzeninin içine sızmış, bir anane olmuş, kanun gibi yasaklar koyan bir töre olmuş ve Türk milleti inanır olmuştu, bunun tek doğru yol olduğuna. Ortaya çıkan kuvvetli kişiler, bu yolu tutarak ellerinde bir meşale gibi aynı prensiplerle yürümüşlerdi. Millet de onlara inanmış, şan ve şerefle dolu bir tarih meydana gelmiş. Birçok Türk devletleri batmış ama yine aynı veya benzer düzenlerle ortaya çıkmıştı.25

 Türk Dünyası’nın kadim ve dinamik tarihi beraberinde kapsamlı bir kültür oluşturmuş, bu kültürün ürünleri de hem yazılı hem de sözlü olarak oldukça geniş neşriyat oluşturmuştur. Böylesine köklü kültürün beraberinde yüklü bir miras bırakması beklenir ki nihayetinde öyledir. Çalışmanın önceki bölümlerinde; Türk tarihinde, İt-Baraklar hususuna dolaysız bir şekilde temas eden, birinci elden ya da ağızdan onları bize anlatan eserler üzerine yoğunlaştık. Bu yazılı kaynakların konumuzu daha mücessem kılması önemlidir ancak konumuz gereği İt Barakların ya da Köpek kafalıların izinde karşımıza çıkan her bulgu ve bahis beraberinde kapsamı genişletecek ve konunun ele alınışı için daha etraflı bir zemin hazırlayacaktır. Sözlü kaynakların, inanışların, rivayetlerin ve anonim ürünlerin de bu çalışma içinde hususiyetle ele alınması gerekir. İt-Baraklar ve de Köpek Kafalılar, bilhassa sözlü kültürün yazıya yansımış görünümleridir. Köpek Kafalılar olgusu, Türk Dünyasının ürünlerindeki değinileri taradığımız bu bölümde; Oğuz yazmalarında “İt Barak” ya da “Kıl-Barak” olarak karşımıza çıkmıştı. Sonrasında Oğuz yaz-

 25 Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi I, s.293-295 

malarının devamı niteliğinde olan Dede Korkut hikâyelerinde “Barak”, “Ulu Köpek” ve “İt soyu” olarak görünmüş, Piri Reis Antil Adalarında karşılaştığı bu halka “Köpek Benzeyen Savaşçı Toplum” demiş ve Evliya Çelebi ise “İt-İl ve Kaytak” soylarını anlattığı bölümde bu kavim için “Deccal”, “İt lisanlı” gibi benzetmeler yapmıştı. Bu anlatılar en ön plana çıkan öğeler olduğundan bahsini evvel tuttum. Elbette Türk tarihindeki İt-Barak ya da buna benzer inanışlar ve söylemler bunlarla sınırlı değildir. Arzımız gereği; konumuzu sadece İt-Baraklar ve Köpek Kafalılar ile sınırlı tutmayıp, köpek ve aynı hayvan familyasının türevlerini de kapsayacak şekilde tasarladım ancak bu bahislerin konu ile bağlantılı bir bağlamda incelenmesi gerecektir. Burada bu familyanın en baskın iki öğesi olan köpek ve kurt daha geniş mevzu bahis konusu olduğundan birbiriyle bağlantılı fakat ayrı olarak üzerinde durulması gerekecektir. 

Türk Dünyasında ve iletişimde oldukları milletlerde, bizlere İt-Barakları anımsatacak ya da köpek ve kurt merkezli birçok değinimler vardır. Öncelikle bu bahisler, Oğuz Destanı’nda olduğu, kendini destanlarda bilhassa türeyiş kısmında gösterir. Uygur Türeyiş destanında gökten gelen bir ışık ile gebe kalma durumu ve bu ışığın köpek ya da kurt olduğu inancı yönündedir. Bu inanç Moğollar’a sonradan geçmiş olacak ki onlarda da bu motife rastlanır. Eberhard eserinde duruma şu şekilde değinmiştir. "

... Her gece parlayan, sarı bir adam çadırın üst penceresinden giriyor, kapının ışığı ile karnımı okşuyordu. Onun parlak ışığı karnıma nüfuz ediyor, giriyor, çıkarken de sarı bir kopek gibi ayın veya güneşin şualarından, tırmanarak geri dönüyordu. Bu, onların, Tanrı’nın oğlu olduklarının açık göstergesidir.”26

 Eberhard eserinde proto-Moğollarda sarı ve kırmızı köpeğin yaygın olarak türeyişte yer aldığından bahseder ki çalışmamın ilerleyen bölümlerinde, Çin devletini müstakil olarak inceleyeceğim bölümde bu inanışların ne kadar yaygın ve ortak öğeler içerdiklerine işaret edeceğim. Özellikle Altay Türklerinin türeyiş destanlarında ya da efsanelerinde Kurt’tan türeyiş oldukça yay- 

26 W. Eberhard, Çin’in Şimal Komşuları, Ankara, 1942, s.48

 gındır. Bazen bu “Kurt” olarak ta tanımlanır bazense bu “Ulu Köpek” olarak ta yansıtılır. Aynı şekildeki türeyişlerinin bir başka hali Başkurt Türklerinin rivayetlerinde yer alır. İsimlerinden de anlaşılacağı üzere Atalarının “Kurt” veya “Ulu Köpek” olduğu konusunda değişik önermeler vardır ancak Abdulkadir İnan bir vesikasına ulaştığı Başkurtlar hakkındaki rivayetleri şu şekilde aktarır. 

“Çingiz Han'ın atası alan Ko'a Hatun halka; kendisine bir ışık indiğini ve Gök kurt olarak çıktığını söylemişti. Ancak halk buna inanmamıştı. Bunun üzerine bazıları hatunun çadırının yanında pusu kurup, beklediler. Havadan, parlak bir ışık indiğini, gördüler. "Bayağı güneş gibi inen bu ne idi? Diye birbirlerine sordular. Gelin bağıralım; kurt ise çıkar, dediler. Bağırd1lar. Baktılar ki, "at yeleli bir gök kurt" çıka geldi. Arkasına baktı, Çingiz diye bağırdı. Ondan sonra kayboldu...”27 “Başkurtlara göre Ural dağlarında kurt, Peygamber'in sahabelerine, yol göstermişti. Bazılarına göre ise; Başkurt Türkleri, bir kurdu izleyerek, ormanlık ve güzel bir yere varmışlar ve orada yerleşmişler. Bu kurda da, "Kok cal" yani "Gök yeleli" diyorlarmış”.28 

Görüldüğü üzere Orta ve özellikle Kuzey Asya’da, kurdun veya köpeğin adının geçmediği bir destan ya da efsane bulmak oldukça zordur. Türk Destanları sınıflamasında “Barak Batır” destanı bile mevcuttur. Yazmalarının günümüze ulaşmadığı bu destanın hakkında edinebildiğimiz bilgi Kazan Han’ın Ruslara karşı verdiği mücadeleyi anlatmasıdır. Bu destanın teşekkül ettiği iddia edilen bölge, daha önce de telmihli ifadeler ile işaret edilen Kırım Coğrafyasıdır ki bu bölge İt-Barakların yaşamış olabileceği coğrafyayı bir daha vurgulaması açısından önem arz eder. Yine büyük ölçüde Göktürklere ait olduğu kabul edilen Ergenekon Destanı’nın ilk kısmında yine “yol gösterici kurt” imgesi ile karşılaşırız ve türemeyi sağlayan da yine “dişi kurt” tur. Ergenekon destanı ve Eski Türk anlatıları Liu Mau-Tsai’nin 

27 Abdulkadir İnan, Makaleler ve İncelemeler, Ankara, 1968, s.72 28 Abdulkadir İnan, Makaleler ve İncelemeler, s.74 

 kitabında29 etraflıca incelenmiştir. Bu kitap, Çinlilerin gözünden Türkleri anlatması açısından önemlidir ve şimdiye kadar ortaya çıkan söylemleri başka bir gözle başka bir ağızdan anlatır. Çin kaynaklarında, Çin devleti merkeze alınmış diğer topluluklar ise bunun etrafında var olmaya çalışan milletler olarak anlatılır. Bu bağlamda, Ögel’in eski Çin devleti hususundaki tespitlerine yer vermek isterim; “Çin kendi kabuğuna çekilmiş, kendi dünyasında yaşıyordu. Esasen bu çağda Çinliler kendi ülkelerinden başka bir yeri de tanımıyorlardı. Onlara göre yeryüzündeki tek devlet kendi ülkeleri idi. Çin dünyanın ortasında bulunuyor, barbar ve vahşi olan diğer milletler de Çin’i bir halka gibi çeviriyorlardı. Şimdiki Çinliler bile kendi devletlerine Chung-kuo, yani “Orta Memleket” veya “Orta Devlet” derler.” 30 

Türk kültürü de tarih ve coğrafyadaki çok boyutluluğa paralel olarak çeşitlenmiş farklı seviye ve birikimlerle zenginleşerek ve farklılaşarak ancak ilk kaynaktan gelen ortaklıklarını sürdürerek günümüze ulaşmıştır. Bu sebeple Türk destanları da tarihî ve coğrafî çok boyutluluğun getirdiği dil ve kültür dairelerine paralel olarak çeşitlenmiştir. Bu çeşitlilik zenginliği oluşturduğundan farklılaşmayı da bir ölçüde engeller. Türk tarihindeki milletlerin büyük ve ortak değeri Oğuz Han’ın kişiliği ve töresi; Kırgızların yerel anlatısı Manas Destanı’nda da, Farsilerin Şehnamesinde de açık bir şekilde görülür. Zeki Velidi Togan’ın, Oğuz Han destanını merkeze alarak yaptığı çalışmada, Oğuz yazmalarını M.Ö 750 li yıllara, “Hiung-Nu” devletine ve nihayetinde Sakalara dayandırır. Sakaların Türk olup olmadığı hususu ise kanaatimce, “İran ile Turan”31 kitabıyla Osman Karatay tarafından, kitabın “Sakalar Türk’tür” bölümünde etraflıca ele alınmış ve bir süredir Türk Dünyasını meşgul eden bir silsileyi nihayete ulaştırmıştır.

 29 Liu Mau-Tsai, Çin Kayaklarına Göre Doğu Türkleri, İstanbul, 2006, s.13-25 30 Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi I, s.3 31 Osman Karatay, İran ile Turan “Eskiçağda Avrasya ve Ortadoğu’yu Hayal Etmek, İstanbul, 2012, s.219-230 

 Türklerde bayrak kutsaldır ve taşıdığı değerlerde bununla bağlantılı olarak milletlerin mukaddes varlıklarını sembolize ederler. Milletlerin bayrağındaki semboller tesadüfen ortaya çıkmaz, kadim ve derin bir kültürün ürünleri olarak değerlendirilir. Türklerin kullandıkları bayraklara bakıldığında renk olarak sarı ve mavi hâkimdir. Sarı güneşi ve ışığı sembolize ederken mavi renk ise Gökyüzünü ve Gök Tanrı’yı sembolize eder. Bayrakların üzerindeki semboller değişken olsa da; “yol gösterici” ve “ulu” Kurt ya da Bozkurt ögesi daha ön plana çıkar. Başkurt Türklerinin bayraklarında “Kurt Kafası” olduğu bilinir.32 Zaten bu ad edindikleri “Kurt” öğesinin bayrağa yansımış halidir. Göktürklerin de bayrakların da “Bozkurt” vardır. Göktürklerin ve bağlı boyların “Kurt Ata” inanışların oldukça ön plana çıktığı aşikârdır. Örneğin Göktürk soyundan olan Tarduş Türklerinin atalarının kurt veya köpek kafalı olduğuna inanılırdı. Tarduş Türklerinin ataları Kurt veya Köpek başlı bir insan imiş.33 Tarduş Türklerinin bu inancı konumuzla da oldukça ilgili ve ilginçtir fakat bu boyun bu inanca neden sahip olduğu hususuna değinmek gerekecek. En net olarak Tarduş Türklerini okuduğum Faruk Sümer’in Oğuzlar kitabında bu boy şöyle anlatılır. “Türkler ‘in tarihçe bilinen yurtlarını, çok sonraları Moğolistan denilen ülkenin batı kesimi teşkil ediyordu. Bu kesim aşağı yukarı doğuda Tula ve Tüngelik'in yukarı boylarına, kuzeyde Baykal, Kem ırmağı ve Tannu dağlarına, batıda Altaylara ve güneyde de Gobi çölüne kadar gidiyordu. Türk soyunun en eski temsilcisi Hunlar burada yaşadılar. Onları Sienpiler ve Juan-Juanlar izlediler. Sonra Gök Türkler geldiler. Gök Türkler devrinde, Tokuz-Oğuz, On Uygur, İki Ediz; İzgil, Tarduş ve Tölis gibi Türk budunları da burada oturdular. Gök Türkler, devletlerini kurduktan (551) pek az sonra batıda feth ettikleri yerlerin geniş bir bölümünde de yurt tutmuşlardı. Yeni göçlerle batıdaki Türk yerleşmesinin sınırları genişledi. Öyle ki X. yüzyılda Türklerin ezici çokluğu Doğu Türkistan'dan Hazar Denizine uzanan geniş bölgede yaşıyordu. Gök 

32 Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi II, s.156 33 Ögel, Türk Mitolojisi II, s.156

 Türkler devrindeki tarihi Türk yurdunda gördüğümüz Türk budunları da yine ilk yurttan aşağıya inmiş budunlardır. Bu budunlarda olan Tarduşlar batıya doğru ilerleyerek diğer boylarla birlikte hâkimiyet kurdular.34 Bu bölümde Tarduşlar; köpek başlı bir insandan türediklerine dair inanışlarının konumuzla ilgili önemi ile birlikte yine işaret edilen coğrafya da oldukça önemlidir. Tarduşlar, Göktürklere bağlı olarak, batıya oradan da güneye inmişler, Hazar Denizi’nin batısına Volga nehrine kadar ulaştıkları rivayet edilir. Türgeşlilerin yaşadığı coğrafya ile inanışları dikkat çekicidir. Yine konu ile bağlantılı olacak şekilde Nogay Türkleri karşımıza çıkar. Nogay Türkeri’nin bayrağında “Kanatlı bir Köpek” vardır. Nogay Han; Altınorda Devleti’nde önemli bir devlet adamı idi. Türk boyları arasında ata ismi sistemine örnek bulamayız. Böyle boy ve siyasi/hanedan isimlerinin belirlenmesi sonradandır; Selçuk, Nogay, Osmanlı, Çağatay. Aynı şekilde ongun asıllı isim çok az vardır.35 Peter Golden üstadında bahsettiği üzere Nogay Han’ın isminin birlikte zikredildiği kişilere bakarsak neden birçok Türk boyuna isim verdiği kolay anlaşılacaktır. Ayrıca Nogay Türkleri hakkında Rabia Uçkun’un iddiası da önem arz eder. Ona göre; Ortaçağdan günümüze kadar, Nogay “Kö’ün”, “köpek çocuk” ya da “ köpeğin çocuğu” olduğundan efsanelerde çok sık söz edilmiştir.36 Bu boylar özellikle Kırım bölgesi ve kuzeyinde yaşadılar. Daha önce birçok kez işaret edildiği üzere Kırım ve Kuzeyi, İtil ve Volga nehirlerinin olduğu bölge kendi tespitimce İt-Barak halkının yaşadığı yer olarak çok kez işaret edilmiştir ve ne tesadüftür ki; türeyişlerinin köpek kafalı bir insandan olduğuna inanan Tarduşlar bu bölgede yaşamış, Oğuz Destanı’nda Oğuz’un bu bölgeyi teslim ettiği Kıpçaklar (Kıpçaklar Nogay Han boyu olarak ta bilinir) bu bölgede yaşamış, son olarak 

34 Faruk Sümer, Oğuzlar (Türkmenler), Ankara, 1967 35 Peter Golden, Türk Hakları Tarihine Giriş, Çev.Osman Karatay, Karam Yay., 2006, Çorum, s.7 36 Rabia Uçkun, “Gagavuz Halk Kültüründe İstanbul’un Bir Anlatma ve Düşündürdükleri”, 7. Uluslararası Kültür Kongresi (Türk-Dünya Kültüründe İstanbul), 5-10 Ekim, 2009, Ankara

  ise Bayrağında kanatlı bir köpek Nogay Türkleri de yine bu bölgede yaşamıştır. Bütün bunların, hepsinin ki bu konudan önce verdiğim Kırım örnekleri de vardır, bir tesadüf olması mümkün değildir. Bu bölgede yaşayan Türklerin; bayraklarına köpeği resmetmesi, köpek kafalı bir insandan türediklerine inanması, Evliya Çelebi’den hatırlanacağı üzere İt-İl kavminin köpek lisanı konuşmaları hep bir tesadüfün eseri olabilir mi? Başka bölgeler de mevzu bahis olunur ama neden hep Kırım, kuzeyi ve nehirler? İt-Baraklar ve Köpek Kafalıların izinde, bulgularım bu coğrafya ve halkları üzerinde yoğunlaşmıştır. Elbette bu bulgular oldukça önemli iddiaları ve önermeleri beraberinde getirir.

 Ögel Kitabında; Yudahin’in “Kırgız Sözlüğü”37 adlı eserinden faydalanarak bazı köpek adlarını maddeleştirerek çeşitli görünümlerde Türklerin köpek hususundaki inanışlarına bağlı çeşitli söylemlere değinir. 
“Oğuz destanları içinde geçen
 Barak adlı çoban kopeği hususunda yeterince durmuştuk. 

Kumayık: Efsanevi bir hayvandır ki, hiç bir yaban hayvanı ondan kurtulamaz: "Kuşların ulu beyi (kuş törösü), buudayık adlı kuş; Kopeklerin ulu beyi (it törösü), Kumayıktır (Kırgız Türklerinde). Kıtmır; Eshab-ı Kehf’in köpeği. Çevik; işini bilen, hilekâr ve kurnaz adam/hayvan. Görülür ki Türkler kendi çoban köpekleri yanında 

Kıtmır’ı pek hoş bulmazlardı. Sırttan; Köpeklerin Hakanı. Mitolojide azgınlık ve uyanıklık ile kendisini göstermiş bir köpek. Cesur ve yiğit köpek/kişi.(Burada Ögel bu köpeğin Sırtlan olduğunu belirtmiştir) Kancık; Türkmenler köpeğe kancık derlerdi. Ancak çoban köpeklerinin yeri onlarda da ayrıdır.
Gök Yeleli Köpek; Bilindiği üzere “gök yeleli” sadece kurtlar için söylenen bir tanıtmadır. Ama bir Kırgız anlatılarında “gök yeleli” köpek kullanılmıştır. 
Gök Kuyruklu Köpek; Müslüman Türk masallarında görülür. Bu tanıtma da kötü ruhlar ile ilgilidir.”38 Burada bahsedilmeyen ancak Oğuz yazmalarında sıkça bahsedilen “Tazı” köpeğini de unutmamak gerekir, bu köpekse av köpeği olarak Türk kültüründeki yerini alır. Görüleceği üzere değişik coğrafyalarda 

37 Yudahin, Kırgız Sözlüğü, Çev. A. Taymas, Ankara, 1945, s.520 vd. 38 Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi II, s.153


yaşayan Türk milletlerinde bile aynı dil konuşulmasına rağmen en bilinen hayvan bile söylemde farklılaşır. Türk tarihine ve kültürüne baktığımızda hem yazılı hem de sözlü eserlerde kurt ve köpek birbirinden ayrılır. Kurdun vahşiliği, yırtıcılığı ve gizemi her zaman çok daha ön plandadır. Kurt(özellikle Bozkurt) kutsallaştırılmış ve Türk Dünyası’nın ortak manevi bir kültü haline gelmiştir. Köpek figürü kurdun yanında daha sönük kalsa da çoğu durumda köpek sadakati, koruyuculuğu ve dostluğu sembolize eder. Bilhassa çoban köpekleri, Baraklar, kurdun düşmanı olarak anlatılır. Bu noktada Türk menşeili eserlerde kurdun hem yol gösterici ve ulu görünümleri olduğu gibi diğer taraftan saldırgan, hilebaz ve vahşi olarak ta çok tasvir edilir. Bu durum köpek için de geçerlidir. Tasvirler çok değişken olabilir ama şöyle bir gerçek vardır ki hiçbir zaman “Bozkurt” kötü bir tezahürle karşımıza çıkmaz. Bozkurt, Türklerin vazgeçilmez tabusu haline gelmiştir ki bilindiği üzere Cumhuriyet dönemindeki ilk basılan kâğıt paralarda Bozkurt figürleri bulunuyordu. TBMM’nin ilk yıllarında ise bir süre Bozkurtlu Türk Bayrağı kabartması, TBMM’nin konuşma kürsüsünün arkasında büyük bir şekilde gösterilmişti. Ulu Önder Atatürk’ün yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin bayrağında; Bozkurt imgesinin olmasını ve Türk Dünyasında göğün rengi olan mavi rengi istediği de rivayet edilir.

 Konumuz İt-Baraklar, köpek ya da kurt inanışlarının sözlü bahsi olduğundan takdir edileceği üzere geniş bir sözlü geleneğe sahip kadim Türk kültürü bize kapsamlı neşriyat sunar. Dolayısı ile hepsi olmasa da birkaçının nakledilmesi, Türk tarihi ve kültüründeki köpeğin yerini anlama hususunda gereklidir. 

Köpek konulu Halk inanmalarında mitolojik dönemden gelen bir devamlılık vardır. Altay yaratılış destanlarının birinde köpek motifi de göze çarpar. Ülgen’in sarayına bekçi olarak konulan köpek, Erlik’in saraya girmesine izin verir. Erlik köpeğe kut ve açlık duymayacağı yetenekler vaat etmiştir.39 Köpekler eski Türklerde Şamanların da dinsel törenlerinde yer alır. 

39 Yaşar Kalafat, Türk Mitolojisinde Kurt, Ankara, 2012, s.54 

 Şaman yeraltı dünyasına yaptığı yolculukta köpekle karşılaşır. Bazı şamanlar kendilerinden geçtiklerinde köpek taklidi de yaparlar. Tatar Türklerinde şamanlar “Baraklara” binip göğe yükselirlerdi.40 Tatarlar kırmızı bir köpekle prensin birleşmesinden türediklerine inanırlar. Yaradılış mitinde köpeğin yer aldığı başka örneklerde vardır. Moğollar atalarının kırmızı köpek olduğunu düşünürler.41 Eski Ardanuç (Günümüzde Artvin iline bağlı bir ilçedir) bölgesi hakkında bilgi verilirken Ardanuç’ta Ovacık köyünde, bağlarda toprağın altında evlerin olduğun, ufak ufak kapıları olan bu evlerde gece ışıklar yanar sesler gelirmiş. Burada yaşayanlara “İt-Ağızlılar, İt-Suratlılar” derlermiş. İnsanlarla meskûn olmayan bu çevrede ziraat da yapılmamakta sadece diken bitmekteymiş derler.42 Moğollarda İt-Barak’ın kutsiyetine inanılır. Moğolların köpekten türediklerine dair efsaneler vardır. Nogay Türklerinde İt-Baraklar yaradılış destanındaki kurdun yerini almıştır. Burada kanatlı köpeğe samur denilmektedir. İnanca göre samur şamanın gök ile ilişkisini sağlıyordu, aynı inanca göre köpek havlarken, kayıp etmiş olduğu kanatlarının acısını dile getirmektedir.43

 Buryatların* bazı boylarında “köpek” ata olarak bilinir. Mesela Ekizler/İkizler boyu köpeği ataları olarak kabul edilir. Buryatlar’ın inancına göre köpek ölen kimseyi ahirete götürüyordu. Evcil hayvanların bu boyda ortak adı Köpek Domuzu ’dur. Böylece köpek; ata, boyun kurucusu, mistik gücün temsilcisi gibi kimlikleri olan bir varlıktır.44 Kazaklara ait bir inanca göre de yu-

 40 Kalafat, Türk Mitolojisinde Kurt, s.54. 41 Kalafat, Türk Mitolojisinde Kurt, s.55. 42 Nazmiye Yazıcı, Ardanuç Folkloru Ülkü Ünal Arşivi (eser Y. Kalafat tarafından kaynakça gösterilmiş fakat detaylı kaynakça bilgisi verilmemiştir), Kalafat, a.e, s. 56 43 Kalafat, Türk Mitolojisinde Kurt, s.58-59 44 Kalafat, Türk Mitolojisinde Kurt, s.61-62 

*Buryatlar, Turan halklarının Altay kolundandır. Bugün bir Moğol halkı olarak tanınıyor olsalar da Buryatlar; iki Türk, iki de Moğol boyunun birleşmesinden doğmuş karma bir halktır. Bunlardan güney ve doğu Buryatya'da yaşayan Huri ve Hondogar boyları Moğol karakteri taşırlar Emre Erzincanlı 85 murtalarından köpek yavruları çıkan “Kumay” adını taşıyan bir “İt-Alakaz” vardır. Kumay’ın yumurtalarından köpek yavrusu çıktığına dair bir efsane de Kırgız Türklerinde görülür. Kırgızlardaki bu köpek bütün hayvanların koruyucusudur.45 Özellikle Kuzey Türklerinde “Barak” kelimesi şahıs adı ve unvan olarak kullanılmıştır. Kuzey Türklerinin anlatmalarında; it başlı, sığır ayaklı bir ulusun varlığına dair rivayetler vardır.46 Barak adı, Barak isimli mitolojik hayvandan gelirken, bu hayvan aynı zamanda ongundu da. Ongunu olduğu topluma ismini vermişti. Tabu oluşturmuş olan diğer varlıklar gibi etrafında kült de oluşturmuştu. Anadolu’da Horasan Eri olarak ismi geçen Barak Baba adını bu mitten alıyordu. 

Türk kültürünün mitolojik geçmişinde Hayvan Ata miti vardı. Bu tespiti köpekten hareketle de doğrulayabiliyoruz. Barak Baba bu bağlamda mütalaa edilebilir. Keza Kurt, Oğuz Türk coğrafyası mistik folklorunda, hem kendisinden çekinilen hem de desteğinin sağlanması istenilen bir külttür. Adeta ak ve kara iyeleri bir arada bulundurur. Bu teşhis Barak için de geçerlidir.47 Genel anlamda “Baraklar” ve “Kurt” hakkındaki söylemler oldukça fazladır. Burada nakledilenler bunun küçük bir parçasıdır. Türk coğrafyasındaki çok boyutluluk; Türk kültürüne, inanışlarına, yaşam tarzlarına, söylemlerine, kutsal öğelerine kısacası hayatlarına yansımış ve bunları da çok boyutlu bir hale büründürmüştür.

ve Budist'tirler. Batıda yaşayan Bulaga ve Ehiriler ise Türk’türler ve Tengri'ye inanırlar. Buryatların toplam nüfusu 600 bin dolayındadır. Bunun 290 bini Buryat Özerk Cumhuriyeti'nde yaşamaktadır. Komşu İrkutsk ve Zabalskaya Oblastarında da 150 binden fazla Buryat bulunmaktadır. Buryatlarda, Türkiye Türkçesindeki kurt, Bortocono olarak bilinir. Börte kelimesi kurt anlamında Türkçe bir sözcüktür. Çono ise Moğolca Kurt demektir. Buryatlar Bortocono/Börtecine’yi ataları, Ala Geyik’i de anaları olarak bilirler.

 45 Ahmet Caferoğlu, “Türk Onomastiğinde Köpek Kültü”, TDAY Belleten, S.1, 1961, Ankara, s. 62-63 46 Rabia Uçkun, “Gagavuz Halk Kültüründe İstanbul’un Bir Anlatma ve Düşündürdükleri” 47 Kalafat, Türk Mitolojisinde Kurt, s.68.

   Bu kadar geniş bir coğrafya beraberinde geniş bir millet kültürü ve hayat tarzını ortaya çıkarmıştır. Buna rağmen bu çeşitlilik ortak ögelerin kaybolmasına neden olmamış sadece çeşitli halklarda bu ortak ögelerin değişik şekilde tezahür etmesiyle vuku bulmuştur. Bu değişimde inanç sistemlerinin ve dinin de etkisi kuşkusuz önemli ve etkilidir. Türk tarihinde tanık olduğumuz kimlik bilinci, sahip olunan söylemleri ve inanışları kutsamıştır. Bunun sayesinde, Mançurya’dan Avrupa’ya, Horasan’dan Anadolu’ya söylemlerin ve inanışların çeşitliği söz konusudur ancak temelindeki ortak ögeler bakidir. Milletler sahip olduklarıyla yaşar ve yâd ederler. 

Türk Dünyasının sahip oldukları dünya üzerinde hiçbir millete nasip olmayacak kadar kadim ve büyüktür. Türk Dünyasındaki yazılı ve sözlü eserlerin, İt-Barak hususunda tarandığı bu bölümde; birçok coğrafyada birçok millet tarafından hem yazılı hem de sözlü olarak Barakların kendine geniş bir zeminde yer bulduğunu görmekteyiz. Bu husustaki değinimler değişse de, İt-Baraklar Türk tarihi ve kültürüne adını yazdırmıştır.

 İt-Barakların ve Köpek Kafalıların izlerinin sürüldüğü bu çalışmada Türklerin bu ögeyi; türeyişlerine kattıklarını, inançlarına soktuklarını, kendilerine ata ve onga yaptıklarını, en değerli destanlarına konu ettiklerini, manevi bir değer olarak kabul ettiklerini ve bunları hem tarihlerine hem edebiyatlarına hem de kültürlerine işlediklerini bir gerçektir.

 Son tahlilde; Değişik coğrafyalarda birçok milletle temas halinde olan Türkler karşılıklı bir alışveriş dinamiği içerisinde, hem kendi kültür ve inanışlarını hem de temasta olduğu milletlerin kültür ve inanışlarını benimsemiştir. Bu doğal bir döngünün gereğidir ki Türkler bu döngüde en çok ismi zikredilen milletlerin başında gelir. Türklerin aktif olarak yürüttüğü bu kültür alışverişi, Türk Dünyası’na yansımış beraberinde büyük bir değer oluşturmuş ve de birçok farklı millete de bu mirasını aktarmıştır.

                                                                KAYNAKÇA                                                                                                                      

 CAFEROĞLU Ahmet, “Türk Onomastiğinde Köpek Kültü”, TDAY Belleten, S.1, Ankara: 1961. 

EBERHARD W., Çin’in Şimal Komşuları, Ankara: 1942.

 GOLDEN Peter , Türk Hakları Tarihine Giriş, çev.Osman Karatay, Çorum: Karam Yay., 2006. 

HERODOTOS, Herodot Tarihi, çev. Müntekim Ökmen, İstanbul: 3. Baskı, 1991.

 İNAN Abdulkadir, Makaleler ve İncelemeler, Ankara: 1968.

 İNAN Afet, Piri Reis’in Amerika Haritası (1513), Ankara: TTK, 1954.

 KAÇALİN Mustafa S., Oğuzların Diliyle Dedem Korkudun Kitabı, İstanbul: Kitapevi, 2006.

 KALAFAT Yaşar, Türk Mitolojisinde Kurt, Ankara: 2012. 

KAPLAN Mehmet, Oğuz Kağan Destanı, İstanbul: Dergâh Yayınları, 1979.

 KARATAY Osman, İran ile Turan “Eskiçağda Avrasya ve Ortadoğu’yu Hayal Etmek, İstanbul: 2012.

 KEMİK Fatih, “Evliya Çelebi Seyahatnamesindeki Halk Etimolojisi Örnekleri Üzerine”, Uluslararası Evliya Çelebi ve Seyahatname Sempozyumu, Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı Merkezi, 2008.

 KÖPRÜLÜZADE Mehmed Fuad, Türk Edebiyat Tarihi, İstanbul, 1926.

 KURŞUN Z., KAHRAMAN S.A., DAĞLI Y., Evliya Çelebi Seyahatnamesi, “Topkapı Sarayı Bağdat 304 Yazmasının Transkripsiyonu-Dizini”, 2. Kitap. 2. Cilt, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 1999.

 ÖGEL Bahaeddin, Türk Mitolojisi I-II, Ankara: TTK, 2014. 

PİRİ REİS, Kitab-ı Bahriye, TTK Yayınları, İstanbul: TTK, 1935.

 SOUCEK Svat, Piri Reis ve Kolomb Sonrası Türk Haritacılığı, İstanbul: Boyut Yayıncılık, 2013. 

SÜMER Faruk, Oğuzlar (Türkmenler), Ankara: 1967.

 Türk Kaynaklı Eserlerde İt Barak Halkı 88 SÜMER Faruk, “Oğuzlara ait Destani Mahiyette Eserler”, AÜDTFC Dergisi, c. 17, s. 3-4, Ankara, 1959.

 TOGAN Zeki Velidi, Oğuz Kağan Destan Reşideddin Oğuznamesi, Tercüme ve Tahlili, İstanbul: Enderun Kitabevi, 1982. TSAİ LiuMau, Çin Kayaklarına Göre Doğu Türkleri, İstanbul: 2006.

 UÇKUN Rabia, “Gagavuz Halk Kültüründe İstanbul’un Bir Anlatma ve Düşündürdükleri”, 7. Uluslararası Kültür Kongresi (Türk-Dünya Kültüründe İstanbul), 5-10 Ekim, Ankara, 2009. YUDAHİN K., Kırgız Sözlüğü, çev. A. Taymas, Ankara: 1945.


                                 Kaynak :  Emre Erzincanlı
           
Ege Üniversitesi Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü Türk Tarihi Anabilim Dalı, Doktora Programı, emre.erzincan@ege.edu.tr   

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bozkurt

  Sivas Cer Atelyesi’nde 1939 - 1953 yılları arasında demiryolu araçlarının sadece bakım ve onarımları yapılır. Kuruluşundan tam 14 yıl sonr...